İslâmiyet, Hazret-i Muhammed’in tebliğiyle artan bir hızda taraftar bulmuş ve insanlar kitleler halinde Müslüman olmuşlardı. Hayatta olduğu dönemde günlük yaşam, inanç, ibadet ve muamelat ile ilgili sorulara cevap veren Peygamberimiz, bulunduğu toplum içinde eşitlikçi, haktan yana bir tevhit inancını yerleştirmeyi amaçlamaktaydı. Tebliğ ettiği hükümler ise Cebrail aracılığı ile Allah’tan kendisine bildirilenlerden başka bir şey değildi.
Hazret-i Muhammed’in ardından yöntemine itirazlar olmakla beraber dört halife de seçimle iktidara gelmişler, ancak bu süreçte pek çok sorun yaşanmıştı. Hazret-i Muhammed, ileride uyuşmazlığın çıkacağını görmüş ve Gadir-i Hum’da Hazret-i Alî’yi Müslümanların mevlâsı ilân ederek çıkabilecek sorunları çözmeye çalışmıştı.

Peygamber efendimiz, yaşamı boyunca her işi lâyık olana yaptırmayı tercih etmişti. Muaviye onun bu davranışını örnek almadığı gibi, saltanatını tesis ettikten sonra câmilerde Hazret-i Ali’ye lanet okunmasını gelenek haline getirmişti. Bu süreç Hazret-i Hasan’ın zehirletilmesi, Hazret-i Hüseyin’in Kerbelâ’da yakınlarıyla beraber şehit edilmesi ile devam etmişti.
Bütün diğer imamlarda olduğu gibi İmam Caferü’s-Sadık da imamlık yaptığı 724-743 yılları arasında siyasetle ilgilenmemiş, başkaldırı eylemlerine katılmamıştı. Emevî ve Abbasî iktidarları, Ehl-i Beyt taraftarlarını ve imamlarını, potansiyel muhalif olarak kabul edip, baskılarını sürdürmüşlerdi. İmam Caferü’s-Sadık, Hazret-i Ali’den itibaren kendisine aktarılan Ehl-i Beyt’in İslâm anlayışını, Kur’ân âyetlerini ve hadisleri bâtınî yorumuyla geliştirmiş ve kendi yaşamındaki bazı insanlar arasında yaygınlaştırmıştı. Dolayısıyla ‘Takiyye benim atalarımın dinidir’ sözünden, bâtınî yorumlarını herkesle paylaşmadığını anlıyoruz. Bu takiyye dünya malı için değil, Allah’ın rızası için yapılmaktaydı.

Hazret-i Muhammed’in tebliğ ettiği İslâm dini önce Emeviler, daha sonra Abbasiler zamanında Kuzey Afrika üzerinden İspanya’ya kadar yayılmıştır. Bu yayılışta İslâm’ın şekli tarafına daha çok ağırlık verildiğini gözlemliyoruz. Mistik yorum ise ancak sûfîlerin gönlünde sevgi, hoşgörü, fedakârlık temeli üzerinde ve yaşama indirgenmiş örnek davranışlarda görülmüştü. Bu nedenle Türkler kendilerine sûfî dervişlerin algıladığı, şekilden ziyâde özün esas alındığı İslâm’ın tasavvufî yorumlarını örnek almış, tüm yaşamını da ona göre düzenlemişti. Bu coğrafyada yaşayan bütün etnik kimliklerin, inanç yapılarında şu veya bu şekilde etkilendikleri gözlemlenmektedir.

Anadolu coğrafyasında yaşayanlar, İslâm’ı kendi geleneklerine ve ahlâk anlayışlarına uygun olduğunu gördükleri için kabul etmişlerdi. Bu nedenle bilim çevreleri Ehl-i Beyt sevgisi merkezli ve ahlâk temelli İslam anlayışını “Türkmen Müslümanlığı” tabirini kullanarak ifade etmişlerdir. Aynı zamanda 13. – 14. yüzyıllarda toplumsal yapı anlamında Alevî-Sünni gibi bir ayrışma söz konusu değildi. O dönem Alevî kelimesi bugünkü gibi belli inançları olan insan topluluğunun adı olarak kullanılmamaktaydı. Alevî denilince Hazret-i Ali’nin soyundan gelen insan anlaşılmaktaydı. Bektaşî sözünden ise Hacı Bektaş Veli’nin ahlâk temelli, dört kapı kırk makam merkezli İslâm yorumunu kabul eden insanlar anlaşılmaktaydı.
Osmanlı Devleti’nde her meslek kuruluşunun bir Pir’i vardı. Yeniçeri Ocağı’nın Pir’i ise Hacı Bektaş Veli idi. Osmanlı Devleti on altıncı yüzyıldan itibaren onun yolunda gidenlere artan bir üslupla sert davranmasına rağmen Pir’in şahsına saygısızlık etmemiştir.
Gözden kaçırılmaması gereken bir başka konu da, Şiîlerin İmamiye anlayışıyla Alevî ve Bektaşîlerin İmamiye anlayışı arasındaki farklardır. Ayrıca Şiîlik ve Caferilik İmam Cafer’in fıkhî yorumlarını esas aldıklarından bu yönü ile Anadolu Alevîliği ve Bektaşîliği ile farklılıklar göstermektedir. Şiîlik inancına göre Ehl-i Beyt neslinden gelen imamlar günahsızdır, ayrıca bunların hem dini, hem de siyasi lider olmaları gerekir. Alevîlikteki imamet anlayışında, dini liderliğin mutlaka Ehl-i Beyt neslinden bir dedeye ait olması gerektiğine inanıldığı için ayin-i cemlerde ve bazı dinî ritüellerde dedenin bulunması olmazsa olmazlardandır. Fakat ülkenin yönetimi konusunda siyasi liderlik yönünden böyle bir şartları yoktur. Bektaşîlikte ise aynü’l-cem sırasında imamet görevi yapan babanın yedd-i sahih olup olmadığına, yani tuttuğu elin Hazret-i Muhammed’e çıkıp çıkmadığına dikkat edilir. Eğer eli, yani tarikat silsilesi, diğer bir deyişle nur zinciri Hazret-i Ali’ye, dolayısıyla Hazret-i Muhammed’e çıkmıyorsa onun meydanına girilmez, baba olarak kabul edilmez. Aynü’l-cem’de kılınan halka namazına dâhil olunmaz. Halifelik kavramından da manevî halifelik yani bâtın padişahlığını anlaşılır, dünya padişahlığında, malında asla gözleri olmaz. Gözü olana nasip de verilmez. Bektaşî ârifleri, gönül erleri meseleye tarih boyunca hep bu şekilde bakmışlardır. Şu dörtlüğün konuyla ilgili düşüncemizi doğrular nitelikte olduğu kanaatindeyiz.

Erenler gönülde meydan açtılar
Mâsivâ bendini kırıp geçtiler
Ali sofrasında aşkı içtiler
Rızadan yapılmış lokma yiyenler

Bektaşîliğin Tasavvufi Görüşleri ve İnanç Yapısı

Bektaşîlik; Allah’ın varlığına, Kur’ân-ı Kerîm’in hak kitap, Hazret-i Muhammed’in en son peygamber, Hazret-i Alî’nin velîlerin ilk halkası olduğuna, Hacı Bektaş Velî’nin pîrliğine inanan, İslâm’ın tasavvufî bir yorumudur. Hazret-i Muhammed’e ve onun en yakınındaki, sırlarını paylaştığı Hazret-i Alî’ye olan özel sevgisinden dolayı Alevî’dir. İmam Cafer-i Sâdık mezhebinin tasavvufî yorumlarını inançlarında işlemişlerdir.
Bektaşîlik, Hazret-i Muhammed’le başlayan, Hazret-i Alî ve On İki İmamlar’la devam eden, Ahmed Yesevî Ocağı’nda olgunlaşan, 13. yüzyılda yaşayan Hacı Bektaş Velî tarafından yeniden yorumlanan İslâmiyet’in Anadolu’daki bir uzantısıdır. Horasan Okulu’nda eğitim alan Hacı Bektaş Velî bu inancı dört kapı, kırk makam kavramıyla sağlam temeller üzerine oturtmuştur. Hacı Bektaş Velî’nin getirdiği bu kavramların Bektaşîliğin inanç, eğitim ve yaşam sistemi içinde çok özel bir yeri vardır. On altıncı yüzyılda yaşamış olan ve İkinci Pîr olarak kabul edilen Balım Sultan tarafından inanç, ibadet, günlük yaşam ile ilgili uygulamalar yazılı hâle getirilmiştir. Bu yazılı metne Balım Sultan Erkânnâmesi denir. Erkânnâme; duâların, ibadetlerin, aynü’l-cemlerin, nasip törenlerinin, sünnet, ev takdisi, aşure, nevruz, kurban, namaz-ı sûri, nikâh gibi günlük hayatta lüzumlu olan inanç ve ibadet pratiklerinin nasıl yapılması gerektiği gibi konuları içermektedir.
Bu inancın temel kaynakları Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdikleri ile Hazret-i Muhammed’in, Ehl-i Beyt’in, Hacı Bektaş Velî’nin ve Balım Sultan’ın uygulamaları olarak sıralanabilir. İnançla ilgili olarak yapılan hiçbir şeyin en azından temel bakış açısı olarak bunlara tezat olmaması gerektiğine inanılır. Ayrıca cevabı alınmasında sorun olacak şeylerde ölçü, temel değerlere ters olmamak ve benlikten uzak olmak kaydı ile akılcı olmasıdır. Çok net çizgilerle kaynaklarda çerçevesi çizilmemiş olmasına rağmen ve diğer İslâm ekollerinden farklı yorumlanmakla beraber aşağıdaki maddelerin Bektaşîlikte imanın esaslarını oluşturduğu söylenebilir.

1. Tevhid (Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak)
2. Adâlet (Allah’ın âdil olduğuna inanmak)
3. Nübüvvet (Peygamberlere İnanmak)
4. İmâmet ve Velâyet (On İki İmamlar’ın önderliğine inanmak)
5. Meâd (Kıyamet/Âhiret Gününe İnanmak)

Bektaşîlik’te, Tanrı’yı sevmenin yolunun insanları sevmekten geçtiğine inanılır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiği üzere insan en güzel biçimde yaratılmıştır. İnsanı iyi veya kötü yapan şeyler ise beşeri zaafları, yani nefse olan düşkünlükleridir.
Bektaşîliğe göre; Kur’ân-ı Kerîm, diğer kutsal kitapları da içinde toplayan en son kitap, İslâm en son din, Hazret-i Muhammed ise en son peygamberdir. Hazret-i Ali velâyetin ilk halkasıdır. Her zamanın bir velisi olduğuna inanılır. Velayetten anlaşılan manevî önderliktir, siyasal önderlik değildir. Bektaşîlik’te siyasal önderliğin mutlak surette Ehl-i Beyt soyundan birisinde olması gibi bir beklenti hiçbir zaman olmamıştır. Ülkesinin birliği, bütünlüğü ve insanlık âleminin selâmeti için hayır duada olmaya çaba gösterir. Amacı kâmil insan yetiştirmektir. Bektaşî muhabbetlerinde hiçbir siyasal akıma yönlendirme söz konusu olmaz. Bu amaçla gelenlere de nasip verilmez.

Kur’ân-ı Kerîm’de “Hiç kimse, bir kimseyi kurtarmak için onun izni olmadan ona yardım edemez” “Tanrı izin vermedikçe, hiç bir ferdin îman etmesi mümkün değildir” buyrulmaktadır. Vakti gelmeden hiçbir şeyin gerçekleşmesi de mümkün değildir. Bektaşî, kendisi gibi düşünmeyeni dışlayıp küçük görmez, aksine Allah’a olan saygısından dolayı hoş görür. Gösteriş ve mevki hırsından uzak durur. Diğer dinlerden Bektaşîliğe gelmek isteyenlere önce kelime-i şehâdet getirtilir, böylelikle Müslüman olmaları sağlanır. Daha sonra abdest aldırılır ve rehber eşliğinde iki rekât namaz kıldırılmak suretiyle erkânın diğer bölümlerinin uygulanması devam eder. Bu nedenle de samimi olarak gelen, yola giriş kurallarına haiz tüm insanlara açık bir inanç sistemi olması nedeniyle de evrenseldir.
Bektaşîlik’te çok değer verilen iki mekân vardır. Birincisi Meydan Evi olarak adlandırılan, yalnızca Bektaşîliğe girmiş olanların, halka namazı olarak da tabir edilen kadın erkek bir arada toplu namazlarını kıldıkları ibadet yeridir. İkincisi inanç önderleri olan babaların Bektaşîlik ile ilgili eğitim yaptığı yerdir. Bu nedenle birincisine aynü’l-cem, ikincisine âyinü’l-cem denilir. Bu kavramlar pek çok kaynakta çelişkili olarak kullanılmaktadır.
Bektaşîlikte, “Aynü’l-cem” adıyla tanımlanan kutsal tören, bir namaz erkânıdır. Bu nedenle, bu meydanda ne bir şey yenir, ne de bir şey içilir. Ezgi ile hiçbir nutuk söylenemez. Hatta Kur’ân-ı Kerîm bile makamsız okunur. Ancak, namazdan çıkıldıktan sonra “Âyin-i Cem” denilen Kutsal Şölende sofralar kurulur, yemekler yenir, sohbet ve muhabbet edilir. Na’atler, gazeller, nefesler mürşidin izni alınarak topluca söylenir. Bu sofraya “Ali Sofrası” adı verilmiştir. Bir eğitim kürsüsüdür. Kutsal kitabımızda, A’raf Sûresi’nin 31. âyetinde geçen; “Ey Âdemoğulları, her mescide gidişinizde zînetinizi takının. Yeyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü O israf edenleri sevmez” sözleri bu gerçeği bize açık seçik olarak anlatır.

Alevîlik ve Bektaşîlik Kavramları Nasıl Yorumlanmalıdır?

Bu konuda büyük bir kavram kargaşası bulunmaktadır. 13.-14. yüzyıllarda Alevî denilince Hazret-i Ali’nin soyundan gelen insan anlaşılırdı. 18. yüzyıldan sonra ise geniş bir topluluğun inanışının adı olarak kullanılmıştır. Günümüzde ise, Alevî bir anne babadan doğan insan algılanmaktadır. Kızılbaş kelimesi ise on altıncı yüzyılda, bugün Alevi dediğimiz Türkmenleri aşağılayıcı amaç güdülerek kullanılan bir sözdür. Anadolu Alevîliği olarak da ifade edilen Kızılbaşlık; Peygamber neslinden geldiğine inanılan dede önünde, rehber eşliğinde iki evli çiftin musahip olarak ikrar verdiği inanç sisteminin adıdır. Bir kısım Alevî topluluklar Ağu İçen, Sarı Saltuk, Baba Mansur gibi ocaklara bağlıdır. Bazıları da Hacı Bektaş Veli’nin soyundan geldiğine inanılan Çelebilere bağlıdır. Çelebilere bağlı olanlar da Hacı Bektaş Veli’nin soyundan gelenlere bağlı olduklarını ifade etmek için kendileri hakkında “Bektaşî” tabirini kullanmışlardır. Bununla beraber bütün Aleviler Hacı Bektaş Veli’yi pir olarak tanırlar.
Diğer yandan özellikle yoğun olarak Trakya’da ve Balkanlar’da Babai, Kızıldeli Ocağı, Bedreddiniler, Otman Babalılar, Çarşambalılar olarak isimlendirilen Alevî sürekleri bulunmaktadır. Bu grupların bazıları Hacı Bektaş Veli’nin büyüklüğüne inanmış olmalarına rağmen, Pir olarak kabul etme konusu gündeme gelince Otman Baba, Akyazılı Sultan, Kızıldeli Sultan, Elmalı Baba, Demir Baba isimleri öne çıkmaktadırlar.
Gerçekte Bektaşî olarak ifade edilen topluluk ise, Balım Sultan Erkânnâmesi denilen erkânı uygulayan gruptur. Bektaşîlere göre, Bektaşîlik babadan oğla geçmez, kişisel tercih ile yola girilir. Baba olmak da atadan miras olarak kalmaz. Baba adayı uygun görülen dervişler arasından seçilir. Bir halife baba vasıtasıyla babalık erkânı uygulanır. Yola girecek kişinin eşinin de nasip alması şartı yoktur. Günümüzde gençlerin evlenememelerinin en önemli nedenlerinden birisi uygun eş bulamamalarıdır. Durumun böyle olması, uygun musahip bulamama konusunu da gündeme getirmektedir. Alevîlik’te musahip tutmak olmazsa olmazlardan olduğu için bu kurumun genç nesil içinde gelecek yüzyıllara orijinal hâli ile ulaşması oldukça zor görünmektedir. Bektaşîlik’te yola girişin tek tek olması, günümüzde de kolaylık sağlayıcı özelliğini muhafaza etmekte olduğu sonucuna götürmektedir.

Alevîlikte yola girme yani musahip erkânı yapıldığından ancak Alevî anne babadan doğan kişiler musahip olmak suretiyle Alevî olurlar. Bektaşîlik’te ise dünyaya insanın tek gelip tek gideceğinden, yola giriş ritüelleri tek tek yapılır. Daha sonra kişinin liyakatine göre sırasıyla derviş, baba, halife baba en son Hacı Bektaş Veli Postu’nda oturan, onun o günkü temsilcisi olan Dedebabalığa kadar yükselebilir.
Bektaşî dervişlerine Babalık icâzeti verilmesi için yapılan törende verilen telkinlerden bir kısmı şu şekildedir. “Görünmeyeni görünmeyenle, bilinmeyeni bilinmeyenle anlatmayacaksın. Daha iyi olur diye kendinden bir şey uydurmayacaksın, zahiri makamlarda ve suret davasında olmayacak, sofran açık olacak, bütün insanlara Allah’ın kulu olarak bakacaksın” denilerek uygulamada hata yapmaması için ikazlarda bulunulur

Dipnotlar:

1. Lütfullah Ahmed, Hazret-i Muhammed’in Hayatı ve Kurduğu Dinin Esasları, İstanbul 1989, İstanbul Maarif Kitaphanesi, s. 591
2. İsmal Kaygusuz, İslâm İmparatorlukları Tarihinde İktidar Mücadeleleri ve Alevîliğin Doğuşu, İstanbul 2005, Su Yayınevi, s. 69
3. Tîn Sûresi 1.- 4. âyetler
4. Yûnus Sûresi, 3. âyet.
5. Yûnus Sûresi, 100. âyet.
6. Rıza Yıldırım, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, “Bektaşî Kime Derler?”, Ankara 2010, sayı 55, s.51