Özet: Dünya’da hiç bir insan bir diğerinin tıpatıp aynısı değildir. Marifet olan insanları eksiklikleri ile kabul edebilmek, hoşgörü ile yaklaşabilmek, hataların düzelmesi için çaba göstermektir. Her şeyden önce kişinin kendisinin toplumda iyi örnek olmasıdır. Fiziki yaratılışta tekdüzelik olmadığı gibi fikri ve zevki anlamda da, tek tip düşünce olamaz. İlâhi muradın tecellisi bu yöndedir. Madde zıtların bir arada bulunması ile oluşur. Bektâşîlik kimine göre küfrün ve şirkin tâ kendisidir, ancak münevver bir Bektâşîye sorarsanız kendisini tevhid ehli ve Muhammedî olarak ifâde eder. Tevhid ehli olabilmek ise, insanın önemini, Kurân’daki kaynaklarını incelemek ve kâmil bir mürşîdin eğitiminden geçmekle mümkündür. Mürşîd ancak mü’minde var olanı ön plana çıkarmaya çalışır. Aşağıdaki yazıda bu konulara açıklık getirmeye çalıştım.
A- Bektâşîliğin İnanç Kaynakları:
Bektâşîlik inancının dayanağının merkezinde Kur’an’ı Kerim, Hazreti Muhammed ve ayetlerin bâtıni yorumlarını peygamberin bizzat paylaştığı Hazreti Ali vardır. Bektâşiler Hazreti Muhammed’in son peygamber olduğuna, Hazreti Ali’nin ise Şâh-ı Merdân, yani evliyâların ilk halkası olduğuna inanır. Nübüvvet devri Hazreti Muhammed ile bitmiş, velâyet devri ise Hazreti Ali ile başlamıştır. Velisi olmayan bir zaman dilimini düşünemez. Hz. Muhammed aklı, Hz. Ali ise aşkı sembolize eder. Kâinat ise, aşk ve akıl üzerine kurulmuştur. Allah’ın zâtı olmasaydı, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’de de bir şey görünemezdi. Zahirde nebi olan bâtında velidir. Nebiler kendilerini bildirmekle, veliler ise gizlemekle yükümlüdür. Bu nedenle tasavvufta bir söz vardır “âşık söylemezse ölür, ârif söylerse ölür”.
Sekahüm sırrını söyleme sakın
Sakla kulum beni saklayayım seni
Gevher-i zâtımı açmagil sakın
Sakla kulum beni saklayayım seni
Aklın önemi Kur’ân-ı Kerim’in pek çok ayetinde anlatılmaktadır. Şuurlu varlık insan olduğu için sevap ve günah kavramı da, insana hitaben söylenmiştir. İnsanın, aklını hayrı murad ederek kullanması onun kurtuluşuna vesile olacaktır.
Bektâşîliğin Kur’ân-ı Kerim’i en son ve diğer kutsal kitapları da, içinde toplamış kitap, İslâm’ı da, en son din olduğuna inancı tamdır. Ayetler Allah’ın kelâmıdır, Allah ise tüm yaratılmışların yaratanıdır. Sebebini bilsek de, bilmesek de yaratılmış olan her şeyde mutlaka bir hikmet vardır. Allah’ın yarattığı her varlığın mutlak bir işlevi vardır, her şeyi mazharına göre değerlendirir, bu nedenle gübre böceğinden bal üretmesini, arıdan da gübreye konmasını beklemez. Katili yaratan da aynı Allah’tır, mazlumu yaratan da, aynı Allah’tır. Bektâşîliğin amentüsü “Hayrihi ve şerrihi değil aksine “hayrihi ve adâletihi min Allahuı teâla”dır. Şer Allah’tan gelmez, ancak beşeri zaaflardan ortaya çıkar. Allah insan şuurlu varlık olarak yaratmıştır, iyi ile kötüyü, sevap ile günahı tercihi kişiye bağlıdır. Şer Allah’tan gelmez, şerrin Allah’tan geldiğini ileri sürmek büyük hatadır. Bektâşî katilden yana değil, mazlumdan yana olmayı daima tercih eder.
İnsanlar da anlayışları itibarı ile farklılıklar arz ederler. Kur’ân-ı Kerim sadece âvam denilen en alt idrak seviyesinde olana hitap etmez; Allah’ın seçkin kullarının ancak zevk edebileceği tasavvufi konuları içeren tefekkürle idrak edilebilecek ayetleri de vardır. Yüce Allah ilâhi sırlarının üstlerini Kurân-ı Kerim’de kısmen örtmüştür; bu nedenle “Biz ayetlerimizi anlayışlı insanlar için geniş tuttuk” demektedir. Yine bir başka ayette “Onun ayetlerinin bir kısmı muhkemdir ki, onlar kitabın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşabbihdir” denilmektedir.
İmam Câfer-i Sâdık ise tevhid ile ilgili olarak şu sözleri söylemektedir: “Ey Cendeboğlu! Senden kesileni dolaş. Sana vermeyene ver. Sana kötülük edene iyilik et. Seni sevene selâm ver. Seninle düşmanlığa girişene ihsan et. Sana zulmedeni affet. Güneşi görmez misin? Kötü kişileri de ışıklandırıyor, iyi kişileri de. Yağmura bakmaz mısın temiz kişilere de yağıyor, suçlu kişilere de.” demektedir. Niyâzi Mısri ise:
Cevizin yeşil kabını yemekle tat bulunmaz
Zâhir ile ey fakih Kur’ân’ı arzûlarsın
* * * * *
Rumûz-ı enbiyây-ı vâkıf-ı esrâr olandan sor
Enelhak sırrını candan geçüp berdar olandan sor
Yürü var ehl-i tecrîdi alâik ehline sorma
Anı cân ü cihânı terk edüp deyyar olandan sor
* * * * * *
Şeriatin sözleri hakikatsiz bilinmez
Hakîkatin sözleri tarikatsiz bulunmaz
Savm ü salât ü zekât günah kibrin mahveder
Darb-ı zikir olmasa gönül pası silinmez
Bu ayetlerin ve kibâr-ı kelâmların ışığında bakılınca Kur’ân ayetleri kâinat var olduğu müddetçe geçerliliğini muhafaza edecektir. Böyle olabilmesi için zamanın şartlarına göre yorum getirilmesi gerekir, aksi halde yanlış anlaşılır, yanlış anlama ise inançlardan uzaklaşmayı toplumsal çürümeleri beraberinde getirir.
Bektâşilikte iki türlü anlatım yolu vardır; birincisi katlı anlatım, ikincisi saklı anlatımdır. Katlı anlatım, sözler aynı olmasına rağmen, anlamları kişilerin idrak seviyesine göre değişen anlatımlardır.
Üzüm nedir fehm edemez
Kafa erik olmayınca
Potada aşk eritilmez
Ciğer körük olmayınca
Yukarıdaki dörtlükle üzüm kelimesi anlatılmak istenen meyve değildir, mürşîdin Hak sohbetidir. Erikten kast edilen ise, kişinin anlayış zevkinin yücelmesidir. Saklı anlatım ise; bedensel hareketlerle karşıdaki insanı düşündürmesi, anlamlarının ne olduğunu tefekkür etmeye çalışması içindir, yoksa aykırı davranışlar sergilemek için değildir. Örnek vermek gerekirse; mürşîd önünde bir canın peymançede dururken, kollarını çapraz bağlaması, sağ ayak başparmağının sol ayak üzerine konularak mühürlemesi, başın ise öne hafifçe eğilmesinde anlatılmak istenen şey; Hakk’ın kudreti ve azameti karşısında elinin kolunun bağlı olduğunu, tasarrufun yalnız Allah’a ait olduğunu anlatmaya çalışır. Anne karnındaki çocukta peymançede durur gibi durur.
B- Bektâşîliğe Göre İnsan:
Bektâşî tasavvufunda “feyz-i akdes” ve “feyzi mukaddes” denilen iki kavram vardır. Feyz-i akdes güneş sistemi, gezegenler, dünya, atmosfer, hava su, madenler, bitkiler, hayvanlar âlemidir. Feyz-i Mukaddes ise, “İnsan-ı Kâmildir”. Başka bir deyişle bütün madde âlemi insan-ı kâmil için yaratılmıştır. Mevlâna Divân-ı Kebir’de “İnsan olmasaydı kâinat yarım arpa dahi etmezdi” demektedir. Bu nedenle Allah meleklerin bile âdeme secde etmesini istemiştir. İnsan kâinatın özetidir. Yaratılmışların en mükemmelidir. Allah bir hadis-i kudsisinde “Yere göğe sığmayıp kulumun gönlüne sığdım” diyerek yücelttiği, “her şeyi affederim kul hakkı ile karşıma gelinmesini affetmem” dediği varlıktır insan. Kişi eğer ruhen yücelmeği tercih ederse, kâmil insan olma yönünde yola çıkmış olacaktır. Aksini tercih ederse en aşağı seviyede kalacaktır. Tasavvuf ehli olanlar madde âlemini ağaca, insanı ise meyveye benzetmiş, nihai amacın insan olduğunu anlatmışlardır.
Bir ağaçtır bu âlem
Meyvesi olmuş âdem
Meyvedir maksud olan
Sanma ki ağaç ola
Bu sözlerin meâli
Kişi kendin bilmektir
Kendi kendin bilene
Hakikat miraç ola
Hak dediğin özündür
Özündeki sözündür
Gaybî özün bilene
Rubûbiyet tac ola
Nitekim Mısri Niyâzi bakın ne söylemiş:
Secde eyle âdeme tâ kim Hakk’a kul olasın
Eden âdemden ibâ, Hakk’tan dahi oldu cüdâ
Şüphesiz ki ibadet şekli olmayan hiçbir din yoktur. Bektâşîlik hiç kimsenin ibadet tarzına ve şekline müdahale etmez, ama ibadetini kendi yorumladığı şekilde yapar. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de “Nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü o taraftadır” denilmektedir. Bütün yönler Allah’adır. Kesret âlemi ondan zuhura gelmiştir. Allah şüphesiz ki içimizdekini bilendir. Her din, mezhep veya tarikat kendi anlayışına göre ibadetini yapar. Aynı inanca sahip olan topluluklar, ibadetlerinde kargaşayı önlemek için ezelden beri devam eden şekilleri uygularlar. Bu uygulamalar belirsizlikleri ortadan kaldırmak içindir, yoksa Allah kesinlikle bu şeklin dışındaki ibadeti reddeder demek, Allah’a karşı yanlışlık ve saygısızlık olur. Bu konularla ilgili olarak evliyâullah bakın neler söylemiş: Hacı Bektaş Veli:
Ey derviş bil ki, oruç üç derecedir. Birincisi halk (avam) derecesi, ikincisi seçkinlerin (havas) derecesi ve üçüncüsü ise seçkinlerin seçkinleri derecesidir. Birinci derece orucu, karnı ve cinsel organları orucu bozan şeylerden korumaktır. İkinci derece orucu, gözü namahreme bakmaktan, kulağı uygun olmayan sözleri duymaktan ve dili konuşmaktan korumaktır. Üçüncü derece orucu ise peygamberlere ve evliyâlara mahsustur ki, bunlar gönlü haktan gayri şeyden korurlar. Nitekim Hazret-i Ali dünya bir gündür ve orada bizim için oruç vardır.” Demek ki, onun bütün ömrü oruç tutmakla geçmiştir
Namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibâdetlerin sonu yoktur. Salâtın sonu ilâhi olgunluk; zekâtın sonu gönlü Hakk’ın sevgisine yer vermektir. Orucun sonu Hakk’ta zenginleşerek yaratılış unsurlarından uzak durmaktır. Bu nedenle Yüce Allah kutsal kelâmlarından birinde şöyle buyuruyor: “Oruç benim içindir ve ben onu mükâfatlandırırım.”
Nitekim peygamberlerin sultanı “Müminin kalbi Allah’ın arşıdır”. Zahidin yetmiş yıllık ibâdeti arifin bir saatlik tefekkürüne eşittir.
Demek ki, beş vakit namaz, insanın yavaş yavaş alışması, sürekli kılması içindir. Onlar “Salât edip salâtlarında devamlı olanlar.”
Hz. Mevlâna; Namazın ruhu namazdan efdâldir (daha değerli). Îmân namazdan efdâldir. Zirâ namaz beş vakitte ve halbuki iman dâimâ farzdır; ve namaz edâdan (kılındıktan) sonra sâkıt (değersiz, geçmiş) olur ve te’hirine ruhsat (ertelenmesine izin) vardır. Îmân hiçbir özür ile sâkıt olmaz ve te’hirine ruhsat yoktur. Namazsız imân fâide verir; ve münafıkların namazı gibi îmânsız namaz fayda vermez. Ve namaz her bir dinde bir türlüdür; ve îmân hiçbir dinde tebeddül etmez (değişmez).
Yüce Allah ibâdet ve hizmeti, kulları yavaş yavaş Allah’a tapan kimseler olsunlar ve kendilerine tapmaktan kurtulsunlar diye emir buyurdu. Tıpkı annenin ilk önce yemekleri parmağının ucuyla tattırdığı, giderek yemeğe alıştırıp sütten kesildiği bir bebek gibi süt emen bir bebek gibi. Aynı şekilde dünya ve onun zevkleri de anne sütü; ibâdet, marifet, hikmet de yemek gibidir. Demek ki beş vakit namaz insanın yavaş yavaş alışması ve namazı sürekli kılması içindir. Onlar “salât edip salâtlarında devamlı olanlar” topluluğuna katılırlar. Oturup kalkmaları ve yaşamları bu sofradan olanlar, Allah ile vardırlar, hiçbir zaman ölmezler. Bu sofradan nasibini almayanlar ise daimi namazın zevkini alamazlar.
“Arş u ferş (gökyüzü ve yeryüzü) arasında çok nesneler vardır. İllâ âdemden ulusu yoktur.”
Âriflerin taatı (Allah’a itaat) tefekkürdür, hem dünya ve ahireti terkdir.
Kur’an-ı Kerim Ahzab suresi 41-42. ayetinde “Ey inanalar! Allah’ı çok anın, O’nu sabah akşam tespih edin” denilmektedir. Zikrin çokluğundan maksat gönülden zikrdir, çünkü dil zikri daimi olmaz.
C- Bektaşîliğe Göre Mürşîdin Önemi:
Hz. Muhammed bir hadisinde “Her şey bir şeydir, cahil hiçbir şeydir” diyerek bilginin önemini ifâde eder. İnsanı hayvandan ayıran en önemli özellik ise; şuurlu varlık olmasıdır. İnsanın mükemmelliğe ulaşması tefekkürü, ilmini derinleştirmesi bunu ahlâkına indirgemesi ile mümkündür. Bektâşîlik kâmil insan yetiştirmeye çalışır, kâmil insan olmak ise, ancak bir mürşîd nezaretinde olur. Mânevi mertebelerin aşılması bu konunun yetkin kişisinin rehberliğinde mümkündür. Ruhen yücelmek isteyen ancak bu tecrübeyi daha önce yaşayan bir üstad eğitiminden geçmek suretiyle başarabilir. Kur’ân-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Allah karşısında takvaya sarılın ve ona varmak için vesileler arayın, vesileyi kullanın” “Kendi yüzünü görmek için bile bir aynaya muhtaç olan insan, iç yüzünü görmek için gönlü Hak’la cilalanmış bir rehbere nasıl muhtaç olmaz.” Bir hadiste ise, “Mü’min, mü’minin aynasıdır” denilmektedir. İnsanın mürşîd aynasında keşfedeceği yine kendisidir. Mürşîd sadece vesiledir. Vesilenin tahakkuku ise, ancak Allah’ın inâyeti ile mümkündür, çünkü bütün varlığın ilk çıkış yeri Allah’ın zatından başka bir yer değildir. Niyaz bir başka deyişle önünde eğilmek mürşîd de tecelli eden Hakk’adır, yoksa bir fâni olan kalıba değildir. Kur’ân-ı Kerimi elimize aldığımız zaman öpüp anlımıza koyarız. Bu niyâz oradaki kâğıda değil o kâğıdın içinde yazılı olan Allah kelâmınadır. O kâğıtlar topluluğunda herhangi, tarih, coğrafya veya ansiklopedik bilgilerle dolu olan bir kitap olsa ona asla niyâz etmeyiz.
Savm-ı salât ü hac sanma biter zâhid işin
İnsân-ı kâmil olmağa lâzım olan irfân imiş
Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin
Nerden gelüp gittiğin anlamayan hayvan imiş
Mürşîd gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’el yakîn
Mürşîdi olmayanların bildikleri gümân imiş
Her mürşîde dil verme kim yolunu sarpa uğradır
Mürşîdi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş
Ey derviş bil ki, Allah’ın velisi kendi zamanın Nuh’udur. Onun yardımı, Allah’ın kullarını tufân belâsından koruyan gemidir.
Bektâşîlikte inanışla ilgili bir sorunla karşılaşması halinde ilk müracaat edilecek yer, Kur’ân-ı Kerim’dir. Daha sonra sırası ile Hazret-i Muhammed’in hadisleri ve uygulamaları, Hz. Ali’nin, on iki imamların, Hacı Bektaş Veli’nin, Balım Sultan’ın, Pir Sultan’ın ve geçmişte yaşamış Bektaşî Babalarının, kendi mürşîdinin söyledikleri gelir. Fakat zincirin son halkası şahsın kendisi olduğu için nihai karar kendisine aittir. Bu anlamda özgürdür. Birisi için “nasip almış mı sorusunu, hürriyetini kazanmış mı?” sorusu ile sorarlar. En büyük mesuliyet de burada başlar, çünkü Hacı Bektaş Veli “Kan yap kanun yapma” demiştir. Bu söz hiçbir yenilik yapma anlamında değildir, ancak insanın zaâflarından dolayı yanlışlık yapması muhtemel olduğu içindir. Kaygusuz Abdâl bakın ne söylemiş;
Evliyâdan gelen kelâm
Okunan Kur’ân değil mi?
Gerçek evliyânın sözü
Sureyi Rahman değil mi?
Bir kimseye Bektâşî denilmesi için, mutlaka bir Bektâşî babasından nasip almış olması gerekir. Bu kural vazgeçilmez, değiştirilemez bir kuraldır. Nasip almayı Fetih Suresinin 10. ayetine istinaden yapar. Bektâşîlik İslâm dininin son ve en tekâmül etmiş din olduğuna olan inancı tamdır. Daha sonra din gelmeyecektir, ancak yorumlar her zamana göre aslından yani ruhundan uzaklaşmamak kaydı ile farklılıklar arz edebilir. Bektâşîliğe göre bu İslâm’ın yücelmesi için son derece önemlidir. Eğer yeni yorumlar getirilmezse bazı kuralları zamanın gerisinde kalabilir, günümüz insanına cevap vermeyebilir, bu durum ise inanan insanların inançlarında yıpranmayı beraberinde getirir.
Bektaşî dervişlerine Babalık icâzeti verilmesi için yapılan törende verilen telkinlerden bir kısmı şu şekildedir. “Görünmeyeni görünmeyenle, bilinmeyeni bilinmeyenle anlatmayacaksın. Daha iyi olur diye kendinden bir şey uydurmayacaksın, İslâm’ın yücelmesi için uğraşacaksın, zahiri makamlarda ve suret davasında olmayacak, sofran açık olacak, bütün insanlara Allah’ın kulu olarak bakacaksın” denilir.
Bektâşîlikte en önemli makam dervişiktir. Derviş kelime anlamı fakir demektir. Fakat tasavvuftaki karşılığı Allah’tan başkasına ihtiyacı olmayan, gönlünde Hakk’ın zikrinden başka şeye yer vermeyen insan anlamındadır. Yolun aslı dervişliktir. Babalık, halifebabalık, dedebabalık gibi kurumlar dervişliğin hizmet aşamalarından başka bir şey değildir. Eğer bir babada dervişlik yoksa affedilmez eksikliktir, yoldan uzaklaştırılması için bile yeterli bir nedendir. Hacı Bektaş Veli dervişliği şöyle tarif etmektedir: “Yüce Allah’ın sıfatlarında bâki kalabilmek için kendi sıfatlarından arınmalı, kendi kişiliğinde (zat) ve bütün görüntülerinde Allah’ın görüntülerini gözlemleyebilmek için benlik ağacını kökünden sökmelidir.”
Bir Bektâşi babasına yaptığı hizmetlerden dolayı övgü için bir şey söylemek gerekirse “Babanın kendisi derviş” denilir. Çünkü dervişlik, sabrın, hoşgörünün, şefkatin, dünyevi ihtiraslardan uzaklaşmanın, benlikten sıyrılmanın, bütün mahlûkatı koruyucu olmanın, kendini her an Allah’ın huzurunda hissetmenin, bütün davranışlarında dengeli olmanın sembolüdür. Bakın Yunus Emre dervişlik için ne söylemiş;
Dinin imanın varısa
Hor görmegil dervişleri
Cümle âlem müştak durur
Hor görmegil dervişleri
Ay u Güneş müştak durur
Dervişlerin sohbetine
Feriştehler tesbih okur
Zikir ede dervişleri
Tersalar tövbeye gelir
Taht ısları zebun olur
Dağlar taşlar secde kılur
Göriceğiz dervişleri
Derviş oku ırak atar
Hiy demeden cana utar
Gafil olmayan yeter tutar
Hor görmegil dervişleri
Ol Fahri âlem Mustafa
Sıdkı bütün aşka feda
İster isen ondan vefa
İncitmegil dervişleri
Yer gök eder hırka hakkı
Himmetleri olsun baki
Çün Pâdişâh oldu saki
Esrüdüser dervişleri
Gökten inen dört kitabı
Günde bin kez okusan
Vallah didar göremezsin
Sevmez isen dervişleri
* * *
Derviş bağrı baş gerek
Gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Sen derviş olamazsın
Döğene elsiz gerek
Söğene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın
* * * *
Dervişlik olaydı taç ile hırka
Biz de alırdık otuza kırka
* * * *
Derviş olan kişinin sözleri ümran olur
Sâlik-i Hak olanın râhına bürhân olur
Sanma Niyazî özün derviş oluptur senin
Derviş olan kişiler şöylece sultan olur
Hacı Bektaş Veli Velâyetnamede “Molla Hünkâr bir dede sultan istemiş, eğer derviş matlûb edeydi biz kendimiz gitmek lâzım gelir” diyerek, dervişliği en yüce mertebeye çıkarmaktadır. Yine dervişlik ile ilgili olarak eserlerinde şu sözler bulunmaktadır.
“Bil ki, dervişlik ezelî bir saadet ve ebedî bir devlettir. Her kim sır sahibi olursa Yüce Allah on sekiz bin âlemi kendisine sunar ve on sekiz bin âlem onun emrinde olur.”
Hoca Ahmet Yesevî hazretleri bir gün hazreti Hünkâr Hacı Bektaş Velî’ye buyurdu ki, “Eğer daima cennette olmasını istersen herkesle dost ol ve kimseye karşı gönlünde kin tutma. Ve buyurdu ki, Hakiki derviş odur ki, kimsenin rencinden kırılmaz. Ve civanmerd odur ki, kırılmağa müstahak olanı da kırmaz.”
“Âlimlere fikir lâzımdır, dervişlere zikir. Zira ki, fikirsiz âlim serabdır (şaşkınlık), zikirsiz derviş harabdır. Fikirsiz âlim kanatsız kuştur, zikirsiz derviş yapraksız ağaçtır. Fikirsiz âlim Nuhsuz gemidir; zikirsiz derviş ruhsuz kalptir. Fikirsiz âlim Tur’suz Musa’dır ve zikirsiz derviş nursuz kandildir. Âlimlere ilim gerek, dervişlere velâyet. ” “Derviş Allah’ın adını anmayı dilinden düşürmemeli ve gönlünde Allah’ın adını anmaktan başka şeye yer vermemelidir. Çünkü gönül Allah’ın göründüğü ve baktığı yerdir. Oraya O’ndan başkası için yol yoktur.” “Derviş olan kimesne hiç yaradılmışa ezâ idici ve mûzî olmak(zarar verici) gerekmez.”
Bektaşiler evliyâların sözlerinin Hak sözü olduğuna inanır. Çünkü Allah dostuna ilhâm yine yüce Allah’tandır, Allah’ın konuşan dili, gören gözüdür. Hazreti Ali’ye de “Kur’ân’ı Nâtık” denilmesinin bir nedeni de budur. Mânâ eri olan evliyâların dünyevi ihtiras, mevki peşinde olmaları imkânsızdır. Eğer koşuyorsa gerçek mürşîd değildir. Çünkü Nübüvvet devri bittiği için hem zahir, hem de bâtın padişahı olunamaz. Mevki makam peşinde koşuyorsa batınında bir şey yok demektir.
Kâmil bir mürşîd dengeli yaşamak zorundadır.
Âdem dedikleri el ayak ile baş değil
Âdem Manaya derler suret ile kaş değil
* * * * *
Hevâyı heveste mecâzi aşkta
Bu dünya gözüme Leylâ göründü
Tarikat pirine ikrâr vereli
Erenler cümleden âlâ göründü.
Bektâşî sofrasında gülbanklar çekildikten sonra tuz alınarak yemeye başlanır. Tuz ise sodyum ve klordan oluşmaktadır, yani iki zehir dengeli şekilde birleşmesi halinde, bir şifayı oluşturmaktadır. Tasavvufi bir yorum getirmek gerekirse
Fena ender fena ol ki
Bais-i vuslat olasın
Dünyanın geçici nimetlerinin kölesi olma ki, Hak ile Hak olasın mesajını vermektedir. Ancak dünyada yaşadığımıza göre burada yapılması gerekenlerde yapılmak zorundadır. Toplumdan soyutlanmadan, toplumdan aykırılaşmadan, kesrette vahdeti bulmak sanatıdır Bektaşîlik. Kerâmetlerin peşinde koşmaz, kerâmet denilen şey Allah’ın kuluna lütfudur, başka bir deyişle Allah’ın kulunda tasarruf etmesidir, kişinin kutsal sırrıdır. Sır olanın da, herkese duyurulması, mürşîdin kendi değerini düşürmesi anlamındadır. Çünkü dostun lütfunu ortaya saçmak suçtur. Bazı insanlar imân etmek için mucizeler beklerler. Sadece kerâmetle imân baki olmayabilir. Bu nedenle Bektâşî ilmi kerâmetin peşinde koşar, kevni kerâmeti hayatının merkezine koymaz. Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba ise “Erbabının, darda kalmadıkça, lüzumsuz yere kerâmet isrâfı, erkeğin hayız görmesine benzer.” Hacı Bektaş Velî “Bir mürit, bir şey yer ve uyur veya başka şey yapar da şeyh kendisine “Sen şunu yedin, böyle uyudun” derse onun kerametinin ne yararı olur? Çünkü mürit bunları zaten bilmektedir, şeyhin bu söyledikleri onun bilmediği bir şey değildir. Ancak müridin bilmediği gaibe ait sırlarla onu bilgilendirirse çok büyük faydası olur. O halde şeyhten böyle büyük bir keramet gören bir kimse daha değersiz olan bir keramete ilgi göstermez.”
Kerâmetim var diyen
Halka salûsluk satan
Nefsin Müslüman etsin
Var ise kerâmeti
* * * *
Boz yılanı tuttu çivi yuttu erler
Pirimiz cansız duvarı yürüttü derler
Kerâmet olsa da böyle hünerler
İnsanlığa yarar bir iş değildir
Her kim ki, izharı kerâmet eder o; müddei’dir. Ve her kim ki, istemeyerek kendisinden kerâmet zuhur ederse o; velîdir.
Gülbanklerinde bile “zahirimiz mamur, batınımız pür nur ola” denilmektedir. İbn-i Vakt olmak ona göre doğrudur, Ebu’l Vakt olmak doğru değildir, çünkü İbn-i Vakt olan daima teslim-i rızadadır. Gece gündüz Hakk’ı tefekkürle zamanını geçirir. Her geleni Hak’tan geldiğine inanır, zamanın gereği ne ise onu yapar zuhurata tabidir. İleriye yönelik plan peşinde değildir. “Hak murad edince her işi âsân eder, halk eder esbabını lâhzada ihsan eder” düşüncesi içinde hareket eder. Hacı Bektaş Velî eserinde “Ârif Allah’a bakar, zahit ise kendi ameline. Zahit: “Ben bilgeyim” der. Ama ârif kendini unutup: “Görelim Mevlâ neyler” der. O kendini unutmuş, hatta benliği kalmamış, Tanrı’da yok olmuştur. Ârif rabbi için, zahit ise kendisi için çalışır.”
Hârabât ehliyiz bugün biz ibn-i vakt olduk
Yetiştik vahdet-i sırfa kamu envar ile dolduk
Tecelli eyledi didar, ne mazi var ne istikbal
Fenafillah olup hakkın cemâl-i pâkini bulduk
Gece Gündüz niyazım var Hüda’dan gafilim sanma
Gönül Kâbe imâmım Hak salât-ı daime uyduk
Harabat ehlinin Şahı bizi davet edip geldik
Çekip gülbengini Kâzım Ali’nin sofrasın kurduk
* * *
İbn-i Vaktım ben Ebu’l Vakt olmazam
Abd-i mahzım ben tasarruf bilmezem
Dünya hayatı bir kibritin yanıp sönüşü kadar kısadır, tatile giden bir insanın, evine ve işinin başına dönmesi gibi kaçınılmazdır. Hâlbuki ruhsal hayat sonsuz ve sınırsızdır. Hacı Bektaş Veli’nin “Makalât”ta söylediği gibi “Üç eyü dostum var biri evde kalır, biri yolda kalır, biri benimle gelir. Evde kalan ailemdir, yolda kalan arkadaşlarımdır, benimle gelen iyiliklerimdir.” İnsanın esas sermayesi olan ruhunun yüceldiği en son noktadır. Haşr ve neşr bu seviyeye göredir. Fiziki ölüm bilindiği gibi kaçınılmazdır, onun zaman ve zeminini tayin etmek şüphesiz ki, insana ait değildir; ancak ihtiyari ölüm denen “Ölmeden önce ölmek” Allah’ın izni dâhilinde kulun dilemesi ile mümkündür. Bu da Bektaşîliğe göre nasip almak Allah adına Allah’ın tecelligâhı olduğuna tereddütsüz inandığı, bir kâmil mürşîde bağlanmakla mümkündür. Böylelikle dünya da iken, dünya nimetlerini terk etmiş olur. Ahirette ise hesabını veremeyeceği ve ah keşke dünyaya tekrar dönsek de bu günahları işlemesek demek gereğini hissetmemek için bütün hayatını oruçlu, her anını Allah’ın huzurunda hissederek sâlât-ı daimde olmağa çalışır. İnsan gönlünü Allah’ın evi olarak kabul eder, insana yapılan her hizmeti o insanın yaratanı olan Allah’a saygısından dolayıdır. İnsan gönlünü kırmak ise Allah’ın binasını yıkmakla eş tutar, kul hakkı ile Allah’ın huzuruna çıkmak istemez. Eli işte aklı daima Hakk’ın güzelliklerini tefekkürdedir. İlâhi sırlara vakıf olmaya çalışır, teslim-i rızadadır, dava peşinde değil, mânâ peşindedir. Kendisi gibi düşünmeyeni küçük görmez, aksine onu da Hakk’ın bir mazharı olduğunu düşünür. Siyasetten uzak durur, yalnızca ülkesinin milli birlik bütünlüğünün tehdit altına girme ihtimalinde müdahaleci olmayı düşünebilir. Yeniçeri Ocağının Hacı Bektaş tarafından kurulması nedeni ile Türk Silahlı Kuvvetlerini, Pîr emaneti olarak kabul eder. Bütün gülbanklerinde ordusunun muzaffer olması, devletinin bekası için hayır dua eder. Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlıdır. Yüce Atatürk’ü Allah’ın bu millet için göndermiş olduğu bir lütuf olarak kabul eder.
Bektâşîliğe göre Hz. Peygambere ulaşmak için iki zincir vardır; birincisi “seyyid-i saâdat” diğer bir ifâde ile “bel evlâdı” denilen soy zinciri, ikincisi ise el almak suretiyle günümüze ulaşan nur zincirdir. Peygamber neslinden olmaya saygılı davranır. Nasipli olmayanı ise muhabbet sofrasına alır, meydan evine yani mürşîd ve ihvanla birlikte halka namazı kılınan mekâna almaz.
Aşağıdaki ayetler ise, Bektaşîliğe göre ikrar vermenin zaruretini anlatan ayetlerin bir kısmıdır. Nasip almak, ikrar vermek, yani ahitleşmek demektir. Tevbe Suresinin 7. ayetinde “Tanrı ahde vefa edenleri seve.” Maide Sûresi 1. âyetinde “Ey iman edenler! akitlerin ve ahidlerin icaplarını yerine getirin.
Ra’d Sûresi 19. 20. âyetlerinde ”Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kişi kör biri ile aynı mıdır? Sadece aklı ve gönlü işleyenler düşünüp ibret alır. İşte bunlardır, Allah’a verdikleri söze sadık kalanlar ve antlaşmayı bozmayanlar.”
Nahl Sûresi 91. âyette “Antlaşma yaptığınızda, Allah’a verdiğiniz söze vefa gösterin. Bağlayıp pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Çünkü kendinize Allah’ı kefil yapmış durumdasınız. Allah yaptıklarınızı bilir.”
İsra Sûresi 34. âyetinde “Ahdinize vefalı olun çünkü verilen söz sorumluluk gerektirir.”
Ahzab sûresi 7. âyet; “Biz peygamberlerden misaklarını almıştık. Senden de misak aldık. Nuh’tan İbrahim’den, Musa’dan, İsa’dan, bunların hepsinden kuvvetli sözleşmeyle misak aldık.”
Maide Sûresi 14. âyet “Biz Hıristiyanlarız” diyenlerden de misaklarını almıştık. Onlar da öğütlenmek üzere çağırıldıkları şeyden nasiplenmeyi unuttular.”
Mürşîd huzurunda dara durmağa
Dara durup hakka boyun vermeye
Muhabetten geçip hırka giymeye
Çar pareden derviş Şalın var mıdır?
Pir Sultan’ım senin derdin deşilmez
Derdi olmayanlar derde duş olmaz
Rehbersiz Mürşîdsiz yollar açılmaz
Mürşîd eteğinde elin var mıdır?
* * * * *
Rehberin var ise olursun insan
Rehberin yok ise kalırsın hayvan
Arasât gününde açılır meydan
Açılan meydanda rehber isterler
Mürşîdin nazarı müşkülü seçer
Kâmil olan tâlib sırat’ı geçer
Can kuşu kafesten âkibet uçar
Tenden uçan candan rehber isterler
Tarikat babına girmek dilersen
Hakikat güllerin dermek dilersen
Erenler sırrına ermek dilersen
Sır ile pinhandan rehber isterler ¬¬¬¬
Hacı Bektaş Velî Makalatı Gaybiyye’de; “Hz. İsa’nın şöyle buyurduğu nakledilmektedir. “Her kim iki kere doğmazsa gökteki ulvî âleme(melekût) erişemez.” (Yuhanna İncili 3. bab) Yüce Allah’ın biri nurdan diğeri karanlıktan iki deniz yarattığına ve bunların arasına bir ara bölge (berzah) koyduğuna ve bunların birbirleriyle karışmasının mümkün olmadığına dair: Bunlar bir kandilde birbirine karışmayan su ile yağ gibidirler. Peygamberler, evliyâlar, takva sahibi olan ve temiz insanlar ışık (nur) denizinde; müşrikler, şeytanlar ve nefisler karanlık denizindedirler ki, birbirine karışmazlar. Bunun kanıtını Kur’an’ın şu ayetinde bulmaktayız: “Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıverilmiştir. Aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar.” Yani iki deniz bir yerde birbirine kavuşur ama her iki denizin arasında Allah’ın kudretiyle bir engel, bir perde konulmuştur.
Sanat ve meslek öğretmen veya usta olmadan öğrenilemez. Allah’ı tanıma ise bunlardan daha zordur ve işlerin en değerlisidir, her şeyin üzerindedir. Bu işin de bir ustası olmadan kendiliğinden öğrenilmesi mümkün olmaz. Yüce Allah büyüklüğü ile bu önemli iş için de ustalar buldu, öğretmenler gönderdi. Peygamberler ve evliyâlar bu işin öğretmenleridirler. Demek ki o hazretler olmadan bu iş başarılamaz. Öğretmensiz öğrenmek pek nadir mümkün olur. Nadir ise hüküm taşımaz.
“Soya sopa rağbet etme. Daima ismin az söylensin. İlk önlerde kendi adını yazma. ”
Sonuç: Bektaşîliğin inanç kaynağı Kur’ân ayetleri, Hz. Muhammed’in uygulamaları, batıni yorumlarını paylaştığı Hz. Ali’nin kibâr-ı kelâmlarıdır. Daha sonra bu manevi emanetin devamı olan 12 İmamlar’ın, Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bektaş Velî’nin, Balım Sultan’ın uygulamalarıdır. Amacı kâmil insan yetiştirmektir. İnsan, Allah’ın yarattığı en mükemmel varlıktır ve onun tecelligâhıdır. İnsan-ı kâmil kâinatın özeti âlem-i kübradır. Dış görünüşü yani, zahiri ile halk, batını ile Hakk’tır. Madde âlemi ise insanın yaşayabileceği ortamın alt yapısıdır. İnsan-ı Kâmil, Kur’ân-ı Nâtık’tır. Bütün insanların ruhen yücelmesi için yaratılışı gereği, bilkuvve kişide bu özellikler vardır. Ortaya çıkması ise önce Allah’ın izni, sonra kâmil bir mürşîdin seyr-i sülûkundan geçmesi ile mümkündür. Mürşîd mânâ insanıdır, dâvâ ve intikam insanı değildir. Çünkü din ile kin bir arada olmaz. Kur’ân-ı Kerim’in Maide suresinde kısasla ilgili ayetlerde bile yine “kim bağışlarsa günahlarına perde olur” denilmektedir. Bektaşilik ahiretten dünyaya açılan penceredir.
Dipnotlar:
1. Enam Suresi 98. ayet
2. Al-i İmran Suresi 7 ayet
3. “İmam Cafer-i Sadık Buyruğu” f. 5 sayfa 59 1959
4. İstanbul Maarif Kitaphanesi, “Niyâzi Divanı” s.123
5. İstanbul Maarif Kitaphanesi, “Niyâzi Divanı” s. 139
6. İstanbul Maarif Kitaphanesi, “Niyazi Divanı” s. 190
7. Turgut Koca (Halife Baba), “Pir, Nefes, Üstad” s.35
8. Bir başka anlamı ise; Ceviz: şeraiti, Üzüm: Tarikati ifade eder.
9. Tin Suresi 1,2,3,4,5 ayetleri “İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra aşağıların en aşağısına indirdik”
10. Sunullah Gaybi, “Melâmilik ve Melâmiler” Abdülbaki Gölpınarlı s.121
11. İstanbul Maarif Kitaphanesi, “Niyâzi Divanı” s. 35
12. Enfal Suresi 17. ayet “İnananları kendisinden güzel bir imtihanla denemek için yaptı bunu Allah işitendir, bilendir”
13. Âl-i İmrân Suresi 191 “Aklı ve gönlü işletenler o kişilerdir ki ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaradılışı hakkında derin düşünürler. Sen bunu boşuna yaratmadın ey rabbimiz”.
14. Makalat-ı Gaybiyye s.41
15. Makalât-ı Gaybiyye s.42 Ankara Gazi Üniversitesi Hacı Bektâş Araştırma Merkezi
16. Makalat-ı Gaybiyye s.48
17. ”Meraic Suresi 21. ayet
18. Ahmed Avni Konuk, “Fîhî Mâ Fîh” Mevlânâ Celleddîn Rûmî, İz Yayıncılık s.32
19. Makalat-ı Gaybiyye s 53
20. Cum’a Suresi 5. Ayet “Tevrat’la yükümlü tutulupta onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.”
21. Maide Suresi 35. ayet
22. İstanbul Maarif Kitaphanesi, “Niyazi Divanı” s. 169
23. Makalat-ı Gaybiyye s.30
24. Fetih sûresi 10. âyet “O, seninle el tutuşup sözleşenler var ya, onlar gerçekte Allah ile beyatleşiyorlar. Allah’ın eli onlarının ellerinin üstündedir. Kim ahdi bozar, döneklik ederse kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Ve kim Allah’a verdiği sözde vefalı davranırsa Allah ona büyük bir ödül verecektir”.
25. Makalat-ı Gaybiyye s.2
26. Tersalar:Hristiyanlar, Müştak: çok istekli, Feriştehler: Melekler, Zebun: aciz güçsüz, Esrüdüser: sarhoş eder
27. Sabahattin Eyüboğlu “Yunus Emre” s.138
28. Sabahattin Eyüboğlu “Yunus Emre” s.214
29. İstanbul Maarif Kitaphanesi, “Niyâzi Divanı” s. 149
30. Abdülbâki Gölpınarlı, “Vilâyetnâme” İnkılap Kitapevi s. 91
31. Makalat-ı Gaybiyye s.49
32. “Kitabü’l Fevaid”, Dize Konca Matabaası yıl 1959 s.10
33. Makalât-ı Gaybiyye s.8 Ankara Gazi Üniversitesi Hacı Bektâş Araştırma Merkezi
34. Makalat-ı Gaybiyye s.7
35. “Nehcü’l Belâga” Karacaahmet Yayınları s.7
36. Niyâzi Mısri
37. “Aşk Risalesi” Yeni Aydın Matbaası- Aydın 1959 s. 129
38. Makalat-ı Gaybiyye s.55
39. “Yunus Emre” Sabahattin Eyüboğlu s.145
40. Feylesof Rıza Tevfik, “Serab-ı Ömrüm”
41. “Kitabü’l Fevaid”, Dize Konca Matabaası yıl 1959 s.11
42. Makalat-ı Gaybiyye s.3
43. “Hüseyin Kâzım Koca Baba Divanı” İstanbul Maarif Kitaphanesi yıl 1959 s.22 (Balıkesir’de Başçeşme Mezarlığında medfun)
44. İstanbul Maarif Kitaphanesi, “Niyâzi Divanı” s. 116
45. Hadis-i Şerif “Mutu kalbe ente mutu”
46. Yunus Suresi 100. ayet “Tanrı izin vermedikçe, hiç bir ferdin iman etmesi mümkün değildir.”
47. Mü’minün Suresi 99-100.ayet “Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında: “Rabbim! Der, beni geri gönder Tâ ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş yapayım.”
48. “Pir Sultan Abdâl”, Milliyet Yayınları s.327
49. “Pir Sultan Abdâl Bütün Şiirleri”, Milliyet Yayınları s.161
50. Makalat-ı Gaybiyye s.51
51. Makalat-ı Gaybiyye s.57
52. Makalat-ı Gaybiyye s. 64