Pek çok bilim adamının da hemfikir olduğu üzere Alevîlik ve Bektaşilik İslâm’ın tasavvufî bir yorumudur. Günümüz inanç yapılarının, birleşme ve farklılaşma noktalarının doğru algılanması için tarihsel seyrin iyi bilinmesi gerekir. Genel hatlarıyla Alevîliğin tarihsel seyrine baktığımızda birkaç kırılma noktasına rastlarız.
Bunlardan birincisi, İslâm’daki ilk ayrılıkların başladığı Hazret-i Ali ile Muaviye arasında geçen Sıffin Savaşı’dır.
İkincisi, Hazret-i Hüseyin’in ve yakınlarının acımasızca katledildiği Kerbelâ vakasıdır. Bunun sonucu olarak, Ehl-i Beyt taraftarları kendilerine yapılan aralıksız baskılar neticesinde mevcut yerlerinden ayrılarak kuzeye, Türklerin ve Farsların arasına yerleşmek ihtiyacı hissetmiş, ancak burada yaşam imkânı bulabilmişlerdir. Emevilerin yaptıkları tüm baskılara rağmen kitlesel halde Türklerin İslâm’ı kabul etmeleri ancak 940’lı yıllarda olabilmiştir.
Göçebe yaşam süren Türklere, Emevilerin zorla dayatmaya çalıştığı İslâm anlayışından ziyade, Ehl-i Beyt taraftarlarının anlattıkları İslâm tarzı cazip gelmişti. Bunda Türklerin pek çok katliamlara maruz kalmalarının da oldukça etkisi vardı.
Kerbelâ’da 72 kişinin katledilmesi yüzyıllarca devam eden bir nefretin ve tepkinin başlangıcı olmuştu. Kerbelâ mağdurlarının tarafında olan göçebe halk, eski inançlarının da tesiriyle, genel itibarla Alevîlik diyeceğimiz İslâm’ın tasavvufî yorumunu kendilerine uygun görüyorlardı. Zaten yaşam tarzlarına ve geçmişten getirdikleri inanç yapısına en uygun olanı da buydu. Bununla beraber Sünni Türklerin de Ehl-i Beyt’e karşı sevgi duyduğu göz ardı edilemez bir gerçektir.
Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki savaşla beraber saflar keskinleşmiş, siyasal taraflılıklar dinsel taraflılığı da beraberinde getirerek sonuçları günümüzü ilgilendiren yeni bir döneme girilmiştir.
Osmanlı Devleti ilk dönemlerde mutasavvıflara ve tasavvufi eğilimlere hoşgörüyle yaklaşmaktaydı. Fakat zamanla, Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim arasındaki gelişmeler olayın seyrini değiştirmeye başladı. Çaldıran Savaşı’ndan sonra Mısır’dan getirilen ulemaların Yeniçeriliğin Bektaşiliğe olan gönül bağı nedeniyle, Bektaşiliği öncelikli olarak karşılarına almaları mümkün değildi. Dolayısıyla işe kademeli bir şekilde Yeniçeri Ocağı’ndan başlanıldı. 1591 yılına kadar Hacı Bektaş Vekili’nin bulunması kanun olan 94. Orta’sı “İmam Ortası” olarak değiştirildi. Gece gündüz devletin bekası için hayır duada bulunan Bektaşi dervişlerine ise 99. Orta verilmiştir. Dolayısıyla taşlar yerinden oynatılmaya başlanmıştı. Daha da ileri giderek Yeniçeri odalarında her akşam Kur’ân okuma seansları yapılması emredildi. Böylelikle III. Murad, ulemanın yanında ve Sünni dünya görüşü tarafında yerini almaktaydı.
1826 yılındaki Yeniçeri Ocağı’nın ve Bektaşi Tekkelerinin kapatılmasıyla sorunlar zirve noktaya çıkmıştı. Babaların büyük kısmı sürgüne gönderilmişti. Daha sonları Bektaşi tekkeleri resmi anlamda açılmamış, ancak 1855’li yıllardan itibaren müsamahalı davranılarak faaliyette bulunmalarına da engel olunmamıştı.
Osmanlı’nın Bektaşilikle sıkı gönül bağı olduğu zaman üç kıtada hüküm süren bir hâle geldiği, ancak Bektaşiliğe ve Yeniçeriliğe tavır almaya başladıktan sonra hızla küçülmeye doğru gittiği gözden kaçırılmaması gereken bir gerçektir.
1925 yılında ise dönemin siyasal şartları nedeni ile tüm tekkeler kapatılmış, Bektaşi babaları ise Atatürk’e ve yeni kurulmuş cumhuriyete olan saygılarından dolayı karşı çıkmamışlardı. Konuyu “taştan duvardan olan dergâhlar kapandı ama etten ve kemikten dergâhlar hep açık” diyerek yorumlamış, ibadetlerini ve ihvanlarının eğitimlerini evlerinde yapmaya devam etmişlerdi. Öz çocukları dahi olsa ikrarsız, yani nasip almamış kimseyi meydanlarına almayarak, yolun aslını muhafaza etmeye azami çabayı göstermişlerdi. Yolun incelikleri hep en büyük sır olarak saklanmıştı. Her şeye rağmen nasip, dervişlik, babalık, halife-babalık, dedebabalık gibi yolun hiyerarşik yapısıyla ilgili erkânlara uyulması, kadim değerlerden uzak kalınmamasına büyük çaba gösterilmişti. Ancak bu durum, onların Osmanlı dönemine göre sayısal olarak azalmaları sonucunu da beraberinde getirmişti.
Dergâhlar açıkken her perşembe aynü’l-cem yaparlarken, artık çevre şartlarından dolayı bunu daha seyrek yapmak zorunda kalmışlardı. Bununla beraber, Perşembe akşamları yani Cuma gününün günümüzde de Bektaşi babaları için özel bir önemi vardır.
Dergâhların açık olduğu dönemlerde çok derin ilim tahsil edilebilirken, yaşanan bu gelişmelerle bu durum bireysel çabalara kalmıştı. Ârîf denilecek kadar derin ilme sahip babalar azalmaya başlamış, fakat inancın ritüellerini yaşayanlar en zor şartlarda bile hep var olmuştur.
Anadolu ve Balkanlar’daki Alevilik ve Bektaşilik inancının günümüzdeki uygulamaları arasındaki farkları incelendiğinde esas olarak 13.-14. yüzyılda kurulan Erdebil Tekkesi ve Hacı Bektaş Tekkesi’nin etkileri görülmektedir.
Günümüzde bu dini yapılanma ile ilgili tabirler bazen Alevilik, bazen Bektaşilik, bazen de Alevilik-Bektaşilik olarak kullanılmaktadır. İnancın konu başlıkları ve temel değerleri aynı olmakla beraber uygulama ve erkân yönünden farklılıklar görülmektedir.
Anadolu Aleviliği olarak ifade edilen Kızılbaşlık musahipli, dede önünde ikrar verilen, dedelerin peygamber neslinden geldiğine inanılan yaygın inanç sisteminin adıdır. Bunların bazıları Ağu içen, Sarı Saltuk, Baba Mansur gibi ocaklara bağlıdır. Bazıları da Hacı Bektaş Veli’nin soyundan geldiğine inanılan Çelebilere bağlıdır. Çelebilere bağlı olanlar da Hacı Bektaş Veli’nin soyundan gelenlere kendilerinin bağlı olduğunu ifade etmek için “Bektaşi” tabirini kullanmışlardır.
Diğer yandan Babai, Kızıldeli Ocağı, Bedreddiniler, Otman Babalılar, Çarşambalılar olarak isimlendirilen Alevi sürekleri bulunmaktadır. Bu grupların bazıları Hacı Bektaş Veli’nin büyüklüğüne inanmış olmalarına rağmen, Pir olarak kabul etme konusu gündeme gelince Otman Baba, Akyazılı Sultan, Kızıldeli Sultan, Elmalı Baba, Demir Baba isimleri öne çıkarmaktadırlar.
Bektaşi olarak ifade edilen topluluk ise, Balım Sultan Erkânnâmesi denilen erkânı uygulayan gruptur. On altıncı yüzyılda yaşamış olan ve İkinci Pîr olarak kabul edilen Balım Sultan tarafından inanç, ibadet ve günlük yaşam ile ilgili uygulamalar yazılı hale getirilmiştir. Bu yazılı metne, Balım Sultan Erkânnâmesi denir. Erkânnâmeler; duâ, ibadet, aynü’l-cem, nasip töreni, sünnet, ev takdisi, aşure, nevruz, kurban, namaz-ı sûri, nikâh gibi günlük hayatta lüzumlu olan inanç ve ibadet pratiklerinin nasıl yapılması gerektiği gibi konuları içermektedir.
Bektaşilere göre, Bektaşilik babadan oğula geçmez. Kişisel tercih ile yola girilir. Baba olmak da atadan miras olarak kalmaz. Baba, uygun görülen dervişler arasından seçilir. Bir halife-baba vasıtasıyla babalık erkânı uygulanır. Yola girecek kişinin eşinin de nasip alması şartı yoktur. Günümüzde gençlerin evlenememelerinin en önemli nedenlerinden birisi uygun eş bulamamalarıdır. Durumun böyle olması uygun musahip bulamama konusunu da gündeme getirmektedir. Alevilikte musahip tutmak olmazsa olmazlardan olduğu için bu kurumun genç nesil içinde gelecek yüzyıllara orijinal hâli ile ulaşması oldukça zor görünmektedir.

Bektaşilikte yola girmenin tek tek olması, günümüzde de kolaylık sağlayıcı özelliğini muhafaza etmekte olduğunu göstermektedir.
Bütün bu inanç topluluklarının kimisinin Erdebil Tekkesi’nden, kimisinin ise Hacı Bektaş Tekkesi’nden, kimisinin de her ikisinden az veya çok etkilendiği görülmektedir.
15. yüzyılda Dimetoka’da Seyyid Ali Sultan’dan nasip almış olan Sadık Abdal’ın dîvânı incelendiğinde mücerred erkânının izlerine rastlanmakta, musahipli erkândan söz etmemektedir. Hacı Bektaş Veli’nin evli olduğu ile ilgili tek söz etmemekte, hatta Seyyid Ali Sultan’ın kendisine akraba olduğunu belirtmektedir. Hâlbuki Kızıldeli Ocağı’nın günümüzdeki temsilcileri bunun aksini savunmakta ve musahipli erkân uygulamaktadır.
Hacı Bektaş Tekkesi’nde dedebabalığa bağlı olanların mücerred erkânı denilen Balım Sultan erkânını uygulaması, diğer taraftan Çelebilerin musahipli erkân uygulaması Seyyid Ali Sultan Dergâhı ile büyük benzerlik göstermektedir. Buradan da temelde bu iki erkânın aynı coğrafyalarda uygulanmış olduğu sonucuna varıyoruz.
Anadolu Aleviliği olarak tabir edilen, tarihsel anlamıyla Kızılbaşlığın 20. yüzyıldaki inanç yapılanması, erkân uygulamaları ve bu süreçteki tarihsel değişimler şu şekilde özetlenebilir:
1940-1950’li senelerde Alevîlikle ilgili kitaplar son derece azdı. Osmanlıca bilen dedeler de gün geçtikçe azalmakta, evlerde bulunan eserler okunamamaktaydı. Geriye bir şey kalıyordu, o da sözlü anlatım yoluyla bilgileri aktarmaktı. 1940-1950’li yıllardaki Alevî halk için dedenin anlattığının bilimsel anlamdaki kaynağının olup olmaması önemli değildi. Anlatılan menkıbelerin tarihsel süreç açısından doğruluğunu irdeleyecek durumda da değillerdi. Dedelerin hayır duasını almak, deyişleri kendinden geçerek dinlemek, vecde gelip semah etmek bu dönemdeki halka yetiyordu. 1950-1960’lı yıllarda yine bu süreçte, dedelerin arasında mükemmel olmamakla beraber Arapça bilenler bulunmaktaydı. Onlar, Alevîliği anlatırken Kur’ân-ı Kerîm’i ve sahih hadisleri dayanak göstermekte, konulara yorumlar getirmekteydiler. İçlerinden tasavvufa vâkıf tamamen teslim-i rızada olan âriflik mertebesine ermiş diyebileceğimiz kişiler bulunmaktaydı.
Ancak, artan nüfus, yetersiz eğitim/öğretim olanakları gibi ekonomik ve daha refah dolu bir yaşam özlemi nedeniyle, 1950-1960’lı yıllar arasında büyük kentlere göçlerle başlayan kentleşme süreci ile Alevîlik değişime uğramaya başlamıştır. Bu sürece yani 1960’lı yıllara kadar Anadolu Alevîleri her türlü imkânsızlıklara rağmen kendi imkânlarıyla inançlarını yaşamışlardır. İkrar alıp bir Dede’ye bağlanmak ve musahip erkânı görmek, toplum içinde yaşanan sorunların dedeler önderliğinde çözülmesi ve bu yolla toplumsal barış/huzurun da tesisini olanaklı kılmıştır.
Şehre gelen Alevî aileler, tahsilli olmamanın büyük ezikliğini yaşadıklarından çocuklarını okutmak ve meslek sahibi olmalarını sağlamak için olağanüstü çaba sarf ediyorlardı. 1960-1970 yılları arasında Türkiye’de esen siyasal rüzgârın Alevî toplumu üzerinde etkili olduğu görülüyordu. Bu siyasal görüşün en büyük tahribatı halkın Alevîlik inancı üzerinde olmuştu. İçinde bulundukları sosyal şartlar nedeniyle dedelerin tahsil seviyeleri oldukça düşüktü ve kendilerini yeteri kadar geliştiremiyorlardı. Bu süreçte, taliplerin çocukları ise yüksekokulları bitiriyor, her konuda kitap okuyor, yorum yapabiliyorlardı. Bu şekilde şehirleşen ilk dönem Alevîlerde, kısmî azalmalar olmasına rağmen dedelerine bağlılıkları devam ediyordu. Fakat genç nesil için bunları söylemek zordu. Gençler insani değerler yönünden Alevîliği savundular ama meselenin sadece emek, sömürü, ezen, ezilen gibi sosyal tarafını ele alıp, dinin inanç tarafına karşı ilgisiz davrandılar.
1960 öncesinde tüm Alevî köylerinde cemler yapılır, muharrem orucu tutulur, aşureler kaynatılırken; şehirlerde özellikle 1970’lerden sonra dedelerin taliplere seyrek gelmeleri, doğal olarak bireysel bazı hatalar yapan ve ibadet pratiğini yaşayamayan bir neslin yetişmesine sebep oldu.
1970 ile 1980 yılları arasında köyde doğmuş-büyümüş, zamanla kente gelmiş olan talipler de çocuklarından şu veya bu nedenle etkilenmeye başladı. Dolayısıyla onların da dedelere eskisi kadar inançları kalmamıştı. Artık Alevîlik o yıllarda sadece “edepli olmak” kelimesi içine sıkışmıştı. Toplumun önemli bir kesimi “ibadet edilse de olur edilmese de, önemli olan edepli yaşamaktır” noktasına gelmişti. Musahip erkânı köylerde az çok uygulanmakla beraber şehirlerde dedeler olmadan devam etmekteydi. Yani musahip olacak kişiler, anne babalarının özendirmeleri ve yönlendirmeleriyle musahip oluyorlar ve kurallara uymaya çalışıyorlardı. Ancak musahip erkânı ile birlikte olması gereken ikrâr töreni ve kurban tığlanması şeklindeki yolun yüzyıllardır yapılan uygulamalardan da artık şehirlerde uzaklaşılmaktaydı.
Şehirleşme sürecine girmiş yurtiçi ya da yurtdışında gurbetçi olan Alevîlerin ekonomik durumunda, gözle görülür oranda iyileşmeler olmakla beraber, Aleviler inançları konusunda bilgilenemiyor, çevreden gelebilecek sorulara muhatap olmamak için inanç kimliklerini gizlemek zorunda kalıyorlardı. Alevî toplumu üzerinde 12 Eylül 1980’e kadar devam eden siyasi rüzgâr, yerini bir süre durgunluğa bırakmıştı. Daha sonraki yıllarda, Gorbaçov vasıtasıyla Sovyetler Birliği’nin yapısındaki değişiklik, Arnavutluğun sosyalizmden geri dönmesi sola ilgi duyan, yaşamının önemli bir kesimini bu düşünce uğrunda harcamış olanlarda hayal kırıklığına sebep olmuştu. İşte bu grup içinde kalanlardan bazıları için atalarından kendilerine intikal eden ve o günün şartlarında da yükselen bir değer vardı; “Alevîlik”. Zaten 1990’lı senelerde gelişen şehir şartlarında Alevî toplumunun inancını ifade edebilmesi, bir yere ait olduğunu rahatlıkla söyleyebilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaç halini almıştı. Bu düşüncelere sarılarak, yurtiçinde ve yurtdışında binlerce dernek, vakıf, federasyon kuruldu. Hacı Bektaş Dernekleri ve Şahkulu Sultan Dergâhı gibi mekânların açılması önce bu inanç yapısının fikri anlamda kabul görmesini beraberinde getirirken, arkasından açılan cemevleri, Alevî toplumunun ibadethane ihtiyacına cevap vermeye yönelik girişimler halini almaya başlamıştı.
Bu derneklerin kurulmasının devlet nazarında Alevîliğin meşruluğunu kabul anlamında faydası olduğu göz ardı edilemez. Fakat son 30-40 yıllık süre içinde, Alevîlik ibadet pratiklerini unutmuş ama dinin temeli olan edepli yaşamayı, edepli insan olmayı her şeyden önemli olarak görmüştü. İbadet pratiklerini yaşamamış olan önemli bir kısım genç nesil, materyalist düşüncenin de etkisiyle Alevîliği İslâm dışı olarak görüyorlardı. Çünkü onlara İslâm hep başka türlü anlatılmıştı ve dedeler imkânsızlıkları nedeniyle bu gençlerin sorularına bilimsel, akılcı, tatmin edici cevaplar veremiyorlardı.
Cenazelerini gecekonduların bahçelerinde son derece az sayıda olan Alevî hocalar tarafından yıkayıp defnedebilen Alevîler, camilere cenazeleri götürmeleri durumunda bir kısım kendini bilmez cahil hocaların gafleti yüzünden dışlanmakta, ötekileştirilmekte, aşağılanmakta ve Alevilerin camiye gitmemesi nedeniyle bu hocalar tavır alarak cenaze sahiplerine engeller çıkartmakta ve âdeta cenazelerini ortada bırakmaktaydılar. Cenaze hizmetlerinin devletin yetkili kurumları tarafından verilmesine kadar devam eden bu süreçte Alevîler gördükleri bu muameleler sonucunda, camilerden ve cami hocalarından daha da soğuyup uzaklaşmışlar, yeni açılan cemevlerinde, cenazelerin kaldırılabilmesi, kırk yemeklerinin verilebilmesi ise Alevî toplumu için âdeta cankurtaran simidi gibi olmuştur.
Dedenin gittiği her köyde cemler uygun görülen evlerde yapılmaktaydı. Şehirlere gelip yerleştikten sonra özellikle gelişen şartlar toplumun diğer kesimleri yanında ezik kalmaları doğal olarak cemevi denilen sabit bir mekân olan kavramının oluşmasını beraberinde getirdi. Bu oluşum öncesinde Alevî halkın kendi aralarında sıklıkla konuştukları, muhtemelen çevreleri tarafından muhatabı oldukları “Musevi’nin havrası var, Hristiyan’ın kilisesi var, Müslüman’ın camisi, mescidi var, Alevi’nin neyi var?” şeklinde bir soru vardı. Bu soruyla karşılaşacağını hissetmek dahi Alevî toplumunu rahatsız etmekteydi. Cemevlerinin oluşması ile beraber Alevîlerin de ibadet mekânlarının olduğunu etrafa söyleyebilmenin huzurunu duydular. Çünkü artık kendilerinin de secde edecekleri, adına cemevi diyecekleri mescidleri olacaktı. Açılan cemevleri kısa zamanda büyük ilgi görüyor, maddi ve manevi katkılar aralıksız geliyordu.
O güne kadar dedeleri çok az bir kısmı hariç, çevrede görmek mümkün değildi. Cemevleri açılıp Alevîlik daha meşru bir zemine oturunca kendilerinin dede soyundan olduğunu iddia etmekten başka bir kanıtı olmayan sayısız insan ortaya çıktı. Şüphesiz ki dedelik hizmeti yapacak insana çok ihtiyaç vardı. Fakat üniversite mezunu, pek çoğu yüksek lisans yapmış olan Alevî kesimin sorularına eskiden kalma kırıntı ve kopuk bilgilerle cevap vermek artık mümkün değildi.
En çok sorulan sorular ise namaz ve oruç konuları üzerindeydi. 2000’li yıllara kadar Alevî toplumu kendi cemlerini “halka namazı” kabul ederken , zamanla bu söz kullanılmaz olmuş ve hafızalardan hızla silinmeye başlamıştı. Dolayısıyla namaz yoktur salât vardır, salât ise özetle duadır denilerek bu soruya cevap verilmekteydi. Hâlbuki namazın tüm ayrıntıları Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmemiş olmakla beraber “kıyam, rükû’ ve secde” olarak ana hatlarıyla belirtilmiştir. Tüm bu öğeler ise İslam’ın diğer ekollerindekilerle tıpatıp aynı olmamakla beraber cemlerde mevcuttur. Tarihsel anlamda çekilen sıkıntılar ve baskılar nedeniyle cemlerde namaz, zikir ve muhabbet tek mekânda birleşmiştir. Cem içinde kıyam, rükû’ ve secde vardır; hem de kelime-i tevhidler çekilerek bir çeşit zikir yapılmaktadır. Bununla beraber dedeler aynı mekânda sohbetleriyle eğitim yapmaktadır. Cem sırasında lokma getirilmesi, dededen hayır dua alınması, saka suyu dağıtılarak sembolik abdest aldırılması gibi olayların hepsinin aynı mekânda yapılması düşündürücüdür. Tarihsel süreçte bunların üç ayrı mekânda yapılmış olması ihtimal dâhilindedir.
2000’li yıllara kadar halka namazlarında besmele, Fatiha, İhlâs, ve Nûr Sûresi Arapça, gülbanklar ise Türkçe okunmaktaydı. Aradan geçen uzun yıllar içinde dedeler cem yapmadıklarından ve akıllarında kalan kadarıyla cem uygulaması yapmak zorunda olduklarından uygulamada farklılıklar olmaktaydı.
Bunu gidermek için Cem Vakfı’nın önderliğinde, yapılan cemler tek tipe çevrildi. Tek tip olması görünüşte oldukça doğru bir karardı. Fakat bütün surelerin hatta besmelenin bile Türkçeleştirilmesinin katılanlar tarafından psikolojik olarak bir tatminsizliği beraberinde getirdiği kanaatindeyiz. Ayrıca surelerin tercümelerinde yetersiz ifadeler de kullanılmaktadır. Örnek vermek gerekirse “Allah yerin göğün nûrudur ” âyetinde “nûr” sözü ışık olarak kullanılmaktadır. Hâlbuki ışık sözü nûr kelimesini karşılamaya yetmemektedir. “Nûr yüzlü adam” sözünün yerine “Işık yüzlü adam” denilemez. Günlük yaşamda “Nûr içinde yatsın” sözü yerine “ışıklar içinde yatsın” sözü kullanılmaktadır ki, oldukça isabetsiz bir ifadedir. Şüphesiz ki Vahabi İslam’ı ülkemizde ve dünyada pek çok sorunun ana kaynağıdır. Yine şüphesiz ki Allah hangi dilden dua edersek edelim bizleri duymaya kâdirdir ama ibadetlerin, duaların kişiler üzerindeki psikolojik tesirleri göz ardı edilmemelidir.
Bu sorunlara rağmen Cem Vakfı’nın Alevî toplumunu toparlayıcılık yönündeki katkısı görmezlikten gelinemez. Burada esas olan yapılmış hatalardan dersler çıkartmak, onların düzeltilmesine çaba göstermektir.

Konu ile ilgili olarak yapılması gerekenler ise şöyle özetlenebilir:
1- Kurumsal yapılaşması nedeniyle Cem Vakfı, Alevîliğin yazılı kaynaklarının gün yüzüne çıkartılması yönünde bazı üniversitelerimizin çalışmalarına maddi ve manevi katkıda bulunabilir.
2- Burslar vererek Alevîliğin teolojisi üzerine aralıksız çalışma yapan, geleceğin inançlı, Arapça, Farsça, âyet, hadis, İslâm tarihi, Alevî ve Bektaşî Edebiyatı’nı bilen Alevî din adamlarını yetiştirebilir.
3- Cemlere düzenli katılan insanlar arasında bir anket yapıldığında tahsil seviyesinin çok yüksek olmadığı, bu inancı belli tahsil seviyesinin altındakilerin yürüttüğü görülecektir. Bu durum insanların bu ibadet veya uygulama şeklinden yeteri kadar tatmin olmadığı şeklinde yorumlanabilir.
4- Şehir şartlarında Alevîlik, herkesi cemevlerine almak zorunda kalarak âdeta kabuk değiştirmektedir. Geleneğinde “bayram namazı” kavramı olmamasına rağmen şehirleşmenin getirdiği zaruret nedeni ile Alevî halk bayram namazı niyetiyle son yıllarda “bayram cemi” yapmaktadır. Komşusu camiye giden Alevînin hiçbir şey yapmaması kendisini rahatsız edeceğinden, bazı cemevlerinin ve dedelerin muhalefetine rağmen bu uygulama bir boşluğu doldurmuştur.

Alevîliğin gelecek nesillere kesintisiz ulaştırılması için, yukarıda bahsettiklerimizin dışında yapılması gereken iki şey vardır. Birincisi orijinal Alevîlik diye tanımlayabileceğimiz dede, rehber ve dört canın birlikte ikrâr törenleri ve bu törenlere ikrârsız kişilerin kesinlikle alınmaması otantikliğinin korunmasıdır. Dedeler sembolik de olsa bir kısım taliplerini musahip kavline girmeleri için teşvik etmelidir. İkincisi ise, cemevlerinde mevcut yapının hurafelerden uzak durarak bilimsel temellerde Alevîliğin yüksek kültür seviyesinde olanlara da hitap edebileceği bir yapılanmaya kavuşturulması gerekir.
Bunlar yapılmazsa belki bizler göremeyebiliriz ama gelecek yüzyılda Alevî toplumunun bir kısmı Sünniliğe, bir kısmı Şiiliğe, bir kısmı ateizme, çok az bir kısmı Hıristiyanlığa kayacak, orijinal Aleviliği arayanlar ise Bektaşî olacaktır. Geriye kalan kısmı ise sazın nağmelerinden etkilenen, Alevîliği anlamını yeteri kadar bilmediği deyişlerden, folklor ile ibadetin arasında bir yerde kalmış olan semahtan ibaret, içi yeteri kadar dolu olmayan bir inanç sistemi olarak algılayacaklardır. Bu inancın evrenselliğini, felsefi derinliğini ve yüceliğini bilemeyeceklerdir.

Kaynakça:

YILMAZ, Güneş, “Davut Sularî Ve Ozanlık Geleneği İçindeki Yeri” Yüksek Lisans Tezi Ankara 2006

ÇAĞLAYAN, Alper, Cem Aylık Siyaset ve Kültür Dergisi, “Kur’ân’a Göre Ayin-i Cem”, İstanbul Temmuz 2001, sayı 116

SAYGI, Hakkı Cem Aylık Siyaset ve Kültür Dergisi, “Kur’ân’a Göre Âyin-i Cem”, İstanbul Temmuz 2000, sayı 103

KÜÇÜKYALÇIN, Erdal, Turna’nın Kalbi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul Ağustos 2010

Dipnotlar:

1. Erdal Küçükyalçın, Turna’nın Kalbi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul Ağustos 2010, s. 61-62
2. Alper Çağlayan, Cem Aylık Siyaset ve Kültür Dergisi, “Kur’ân’a Göre Ayin-i Cem”, İstanbul Temmuz 2001, sayı 116, s, 23,24
3. Hakkı Saygı, Cem Aylık Siyaset ve Kültür Dergisi, “Kur’ân’a Göre Ayin-i Cem”, İstanbul Temmuz 2000, sayı 103, s, 46-49
4. Bu meydana girmez cahil cühera
Aklı beşer ermez böyle eş’ ar
Secdem dîdâradır değil duvara
Halka namazını kılın gâziler
Güneş Yılmaz, “Davut Sularî ve Ozanlık Geleneği İçindeki Yeri” Yüksek Lisans Tezi Ankara 2006
5. Nûr Sûresi 35. âyet