Yaşamın telaşesine kapılıp, dörtnala koşan zihnimize inat, bazen de duygularımız öne çıkar ve farkında olmadan bir noktaya kenetlenip derin düşüncelere dalarız. Günlük uğraşıların stresinden sıyrılıp, anılarımızı düşünerek iç geçirdiğimiz böyle durumları en iyi anlatan söz “Geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer” dir. İşte bu söze istinaden, bir dönemin kültürel zenginliklerini ve değer yargılarını günümüz insanına aktarabilmek amacıyla İstanbul’daki ilk evim olan Papadopulos apartmanı ve orada yaşayan insanlarla ilgili anılarımı kaleme alma gereği duydum.
Ailem, imkânsızlıklar yüzünden Erzincan’ın Refahiye kazasının Eskikonak köyünden İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştı. Göç yolculuğumuz otobüsle 3-4 gün sürmüştü. Yolculuğun sonunda kendimi, annemin kucağındaki eski, yırtık bir çarşafa sarılı 40 günlük kız kardeşimle birlikte, çocuk algımın sınırlarını zorlayacak kadar yüksek bir apartmanın demir kapısı önünde bulmuştum.
Takvimler 1960 yılının 29 Ekim Cumhuriyet bayramını gösterirken henüz üç buçuk yaşındaydım. İstanbul ile ilgili ilk anılarıma ev sahipliği yapan apartman Kuledibi’nde Lüleci Hendek Caddesi üzerindeydi.
1907 yılında yapılmış mimari olarak art-nuova akımının izlerini taşıyan yedi katlı bu apartmanın kapısında “Papadopulos Apartmanı” yazısı göze çarpmaktaydı. Binanın hemen girişinde tavanlarındaki göz alıcı yağlı boya resimlerin etrafı kartonpiyerlerle çerçevelenmiş, yüksek tavanlı bir antre sizi karşılardı. İçeriye girmek için önce dıştaki demir kapıdan, sonra ısı tasarrufu maksadıyla yapılmış iki kanadı duvara sabit, iki kanadı hareketli dört kanatlı ahşap iç kapıdan da geçmeniz gerekirdi.
Apartmanın mülkiyeti üç dul hanıma aitti. Binanın sakinlerini Rumlar, Ermeniler ve Musevilerle birlikte bizim gibi ülkenin muhtelif yerlerinden göç ederek İstanbul’a gelmiş insanlar oluşturmaktaydı. Tüm bu insanlar, bir arada hiçbir ayrım gözetmeksizin dostça ve kardeşçe yaşamaktaydılar.
Apartmanda toplam 20 daire vardı. Çatı katı ise kısmen açık, kısmen kapalı teras şeklinde düzenlenmişti. Bu kat vaktiyle kiler olarak kullanılsın diye tanzim edilmiş fakat İstanbul’a göçün başlaması ile ortaya çıkan konut sorununa çare olmak için, tahtadan paravanlar yardımıyla bir yatak sığabilecek şekilde odalar oluşturulmuştu. Bu odalarda genellikle Karadeniz’den İstanbul’a gelen aileler oturmaktaydı.
Teras katının bir kısmı çamaşırhane olarak kullanıldığı için üstü kapalı, yanları ise açıktı. Denize bakan tarafı ise elbiseleri kurutmak maksadıyla gerilmiş çamaşır ipleriyle bezeliydi. Her aile haftanın bir günü burada çamaşırlarını yıkardı. O zamanlar çamaşır yıkamak sıradan bir iş değildi, çamaşırlar birbiri ardına uzun ve zahmetli işlemlerden geçerdi. Çamaşırhanede yıkama suyunu ısıtmak için etrafı betonla çevrilmiş büyükçe bir kazan bulunmaktaydı. Çamaşırı önce arap sabunu veya kalıp sabun ile yıkarlar, daha sonra mermerden yapılmış banyo küvetlerinin içine koyarlardı. Önceden biriktirilen meşe odunu küllerinin üzerine kaynar su eklenerek yapılan küllü suyun demlenmesi beklenir, tüm kül dibe çöktüğünde üstte kalan duru su çamaşır küvetine dökülürdü. Bu su bir gece bekletilir, ertesi gün çamaşırları durulamak için kullanılırdı. Böylelikle günümüzde beyazlatıcıların görevini, o zamanlar hemen hemen her evde bulunan meşe odunu külü yapardı. O dönem sobalarda yakacak olarak genellikle meşe odunu tercih edilirdi. Odunlar köz haline gelince mangallara konulur, soba olmayan odalara bu mangallar taşınarak ısıtma sağlanırdı. Oda sıcaklığı istenilen düzeye geldiğinde közün üstü külle örtülerek sıcaklığı muhafaza edilirdi. Maddi durumu daha iyi olan evlerde çini sobalar kullanılırdı. Bununla beraber evlerinde mangal kömürü yakanlar da çoktu. Bu durum maalesef mangal kömüründen zehirlenmeleri de beraberinde getirirdi.
Babam 1950 senesinin temmuz ayında İstanbul’a geldiğinde Tophane Karabaş Mahallesinde, Cafer adındaki bir yakının işlettiği kahvehanenin bodrumunda aylık 6 lira kira vererek bir süre kalmıştı. Köyünden getirdiği tek eşyası olan yorganını geceleri yarısını altına sererek yatak, yarısını da üstüne örterek yorgan gibi kullandığını; ayakkabılarını ise başının altına yastık yapmak suretiyle uyuduğunu ve gurbette böylece tutunmaya çalıştığını nemli gözleri ve titrek sesiyle anlatırdı. İstanbul’da çeşitli işlerde çalışmıştı. Bunlardan biri de Feriköy ve Kasımpaşa’daki mandıralardan gelen sütlerin işlendiği, Beyoğlu Bursa Sokağı Alyon Çıkmazı’ndakibir tereyağı imalathanesiydi. Bu imalathanenin sahipleri Vasil ve Zuguri adında iki Rum vatandaştı.
Çevrede o denli çok Rum esnaf vardı ki babam onların konuşmalarından Rumca’yı anlamaya başlamıştı. Hatta imalâthaneye gelen müşterilerle Rumca anlaşabildiğini söylerdi. Kendisinden Rum dilinin çok kibar olduğunu duyardım. Babamın söyleyişiyle ‘Dipesa gramarya asprotiri medinete saspara kala” yani “İkiyüz elli gram beyaz peynir verir misiniz lütfen?” cümlesi telaffuzunun tam isabetli olup olmadığından emin olmamamla birlikte çocuk aklımın temiz dimağında kalan Rumca söyleyişlerden biridir. O zamanlar bazı Rumların ağzından çokça “Rum’uz ama Türk tebaalıyız” sözlerini sıklıkla duyardım.
Kıbrıs hadiselerinin başladığı 1962-1963 yıllarından sonra Türk tebaasından olmayan Rumlar, Yunanistan’a gönderilmişti. Babamın patronu Vasil de bunların arasındaydı. Büyüklerimiz, Vasil’in oraya gittikten sonra iş bulamadığını, yoksulluk ve sefalete dayanamayarak intihar ettiğini üzülerek anlatırlardı.
Günümüz dünyasının hızlı değişiminden Türkiye de nasibini aldı. Bu dönüşüm her alanda o kadar hızlı oldu ki elli yıl önceki Türkiye ile bu günkünün aynı ülke olduğuna inanmak oldukça güç. Bu değişim insanların tasarruf mantığını da etkiledi. Eskiden insanlar temel gereksinimlerini karşılayabilmek kaydıyla hiç bir konfor alanı gözetmeden tek odalı evlerde yaşayabiliyorlardı.
Biz de birkaç parça eşya ile İstanbul’a geldiğimizde Papadopulos apartmanın birinci katında 3 numaralı dairenin bir odasını kiralamıştık. Babamın maaşı 270 lira iken, 60 lira kira veriyorduk. Dairenin bir odasında da Karadenizli Osman ve Neriman kızları ile birlikte kalıyorlardı. Aynı dairenin diğer iki odasında da Madam Ojeni, eşi Benedar, oğlu Jak, gelinleri Lili, bebekleri Jeni oturuyorlardı. Üç oda salon salomanje bir dairede üç dört aile banyo ve mutfakları ortak kullanarak bir arada yaşıyorlardı.
O zamanlar Feriköy’de oturan halamın ise dört oda ve holden oluşan müstakil bir evi vardı. Halam bu evde 1970 yılına kadar odalarını kiralayan üç ayrı aile ile birlikte yaşamıştı. Mutfağı ve tuvaleti ortak kullanan bu aileler, çamaşırlarını ise evin önündeki küçük bahçede yıkamaktaydılar. Şimdi düşünüyorum da o insanlar kısıtlı imkânlarla birbirleri için fedakârlık yaparak belki de bu günkünden çok daha mutlu yaşıyorlardı.
Oturduğumuz apartmanda bir dairenin kira bedeli yaklaşık 500 liraydı. Binada muhtelif ticari mesleklerle uğraşanlar olmasına rağmen özel otomobili olan yoktu. Yalnızca Karadeniz’den gelmiş bir aileye ait biri 56 Chevrolet, diğeri 52 Plymouth olan iki adet ticari taksi vardı. İnsanların esas ulaşım araçları tramvaylar, belediye otobüsleri ve troleybüslerdi. Tramvaylarda yolculuk edilen vagona göre ödenen ücretler değişmekteydi. Birinci vagon ücreti 30 kuruş, ikinci vagonunki ise 15 kuruştu.
Komşularımız içinde sadece üç veya dört evde buzdolabı vardı. Geri kalan evler ise gıda maddelerini tel dolaplarda saklar, yemeklerini ise bozulmamaları için tencereleriyle birlikte su dolu bir kabın içine koyarak muhafaza ederlerdi. İçme suyu olarak tercih edilen Hamidiye suları, saka adı verilen seyyar suculardan alınırdı.
Apartmanımızın dört numaralı dairesinde Madam Gelehte, oğlu Estelyo, kızı Katina ile daire 10’da Musevi Madam Beki, Daire 9’da eşini ve 25 yaşındaki oğlunu kaybetmiş, kayıplarının acısına rağmen iyiliğinden bir şey kaybetmemiş iyi kalpli Rum Madam Vasiliki otururdu. Matemde olduğu için devamlı siyah kıyafetler giyerdi. Oğlunun, eşinin ve yakınlarının mezarına ya da kiliselere, ayazmalara gittiğinde beni de mutlaka yanında götürdüğü zamanlar yaklaşık altı yedi yaşlarındaydım. Büyükada’daki Aya Yorgi Kilisesi’ne, Yakacık’taki Ayazma’ya ilk defa Madam Vasiliki ile gitmiştim. Bu ziyaretlerimiz esnasında tramvaylarla tanışmıştım.
Gittiğimiz yerlerdeki insanlar beni Madam Vasiliki’nin yanında gördükleri için benimle Rumca konuşarak ilgilenirlerdi. Madam Vasiliki ise onlara Türk olduğumu söylerdi. Buna rağmen sokakta, çarşıda, apartmanda o kadar serbest bir şekilde Rumca konuşulurdu ki söylenilenleri kısmen anlardım.
O zamanlar azınlıklardan evli olmayan hanımlara “Matmazel” evli olanlara “Madam” beylere “Mösyö” diye hitap edilmesi çok olağan bir durumdu. Eğer bir hanıma “Matmazel” yerine onun evli olabileceğini tahmin ederek “Madam” diye hitap etmişseniz hemen “Ben madam değilim, matmazelim” diyerek düzelttiklerine şahit olurduk. Sokakta insanların Türkçe selamlaşmaları yanında “Kalimerastas” veya “Bonjur Madam, Bonjur Mösyö, Bonjur Matmazel” diyerek selamlaşmaları olağan durumlardandı. Her pazar kendileri için çok özeldi. En güzel elbiselerini giyen hanımlar makyajlarını yapar, ince topuklu, yüksek ökçeli ayakkabılarını giyerler, beyler ise takım elbiselerini giyinir, kravatlarını takar, çocuklarıyla birlikte önce kiliseye ardından da Beyoğlu’ndaki sinemalara giderlerdi. Sinemalarda birinci mevki bileti 150 kuruş, koltuk, balkon ve localar 250 kuruştu. İlk matine ücretleri ise bunun yarısıydı. Ailece gidenler şayet 5 kişiyi tamamlamışlarsa loca bileti alırlardı. Bu onlar için bütün hafta iple çektikleri bir ödül gibiydi.
Bayram günleri de şu anda Tophane Parkı’nın olduğu yerde bayram yeri kurulur, çocuklar kamyonlara bindirilir, tüy atan tüfeklerle herkes hedefi on ikiden vurmak için sıraya girerdi. Diğer taraftan seyyar köfteciler, dönme dolaplar, çarkı felekler, macuncular da boş kalmazdı.
Rumların büyük kısmı Ömer Hayyam’da, maddi durumu daha iyi olanlar Kurtuluş, Nişantaşı, Şişli’de, orta halli olanlar ise Aynalıçeşme, Kuledibi, Asmalımescit’te otururlardı.
Birinci sınıfı Kuledibi’ndeki Okçu Musa İlkokulu’nda okumuştum. Pek çok Rum, Ermeni ve Musevi arkadaşım vardı. Bugün olduğu gibi dışarıda kendilerini Türk isimleri ile tanıtmaz, her yerde asıl isimlerini kullanırlardı. Günümüzde ise pek çok Yasef adındaki Musevi karşımıza Yusuf olarak çıkıyor. Rumlar’ın Türkiye çapında 2000 kişi kadar kaldığını, geri kalanların Avrupa’nın farklı yerlerine yerleştiğini duyarız. Tanıdığım Rumlar’dan Andon ve Tot Usta dışında hayatta kimse kalmadı. Özellikle Tot Usta’nın bir gün “Ben Hıristiyanım ama Türk’üm benim vatanım burası” dediğini ve gözyaşlarına boğulduğunu unutamıyorum. İstanbul’da papazlık yapan bir Rum’un Yunanistan’a gittiğinde orada “Türk ajanı” diye aşağılandığını üzülerek anlatmıştı. Yine 1960’lı yıllarda Taksim, Beyoğlu ve Kuledibi sokaklarında dinî kıyafetleri ile gezen rahibeleri, papazları görmek kimsenin yadırgamadığı olağan durumlardandı. Kesin tarih söylemek zor ama herhalde 1980’lerden sonra sokaklarda dini kıyafetleriyle dolaşan rahip ya da rahibelere rastlamadım.
Dünyada bütün felsefi ve dini inanç kurumlarında olduğu gibi Ortodoks Rumlar’da da kutsal günler ve dini törenler vardır. Meselâ her ayın dördüncü günü ellerinde bir bakraç su ve fırça ile papazlar evlere gelir, fırça ile su serperek dua ederlerdi. Evin sahibi de gelenlere bir miktar para verirdi. Bu paralar kiliseye bağış olarak alınırdı. Apartmanda dolaşarak hemen hemen bütün kapıları çalarlardı. Düğünler ise resmi nikâhın ardından kiliselerde yapılırdı. Çocukları kilisede vaftiz ederler, akabinde evlerde yemek vererek eğlence yaparlardı.
Madam Vasiliki’nin binada iki üç dairesi vardı ve onlardan gelen kira ile geçinirdi. Biz de 1962 senesinde aynı apartmanın 9 numaralı dairesinde oturan Madamın bir odasına taşınmıştık. Madam Vasiliki ev taktisi için kapı kapı dolaşan papazların hepsine evini takdis ettirmezdi. Bazı papazların geldiğini görünce kapıyı anneme açtırır, kendisinin evde olmadığı söyletirdi. Bazı papazları ise kendi karşılar ve evi takdis ettirirdi.
Kilise çanları ile ezan seslerinin birbirine karışmasına kulaklarımız alışıktı. Dini törenlerden vaftiz töreninde ise çocuk kimin kucağında vaftiz edildiyse çocuğun anne babası onlar oluyor, sonra gerçek ailesi çocuğu vaftiz ailesinden sembolik olarak satın alıyordu. Vaftiz edilmiş çocuk vaftiz ailesine mahrem sayılırdı. Cenazelerinin olması halinde mahallenin görünen yerlerine ilânlar asılarak duyurular yapılırdı.
Hatırımda kaldığı kadarıyla Rumlar mart, nisan aylarında paskalya yaparlardı. Paskalya çöreğini ilk defa onların ikrâmı ile tatmıştım. Ne zaman paskalya çöreği yesem o günleri hatırlarım. Paskalyadan önce kırk günlük perhiz (oruç) tutulurdu. Orucun son üç gününde hiç yemek yemezlerdi. Ardında kiliseye gidilirdi. Pazar günleri Yakacık, Arnavutköy Hasköy’deki ayazmalarda mum yakar ve dua ederlerdi.
Çocukluğumda beni büyüleyen şeylerin başında çevredeki dükkânlar gelmekteydi. Apartmanımızın solunda bulunan dükkânı Yorgancı Osman, babası ile birlikte işletmekteydi. Sağ tarafta ise Tornacı Yorga Usta’nın dükkânı vardı. Hatta, Yorgo Usta’nın uzun kayışlarla birbirine bağlı büyük çarkların döndürdüğü torna makinesini çalıştırdığını ve benim bu işleyişi hayranlıkla izleyişim dün gibi hatırımdadır
Oto tamirhaneleri ise 1970’li senelerde İstanbul Dolapdere’ydi. En iyi ustalar da oralarda bulunurdu. Bu ustaların disiplinli çalışanları mutlaka azınlıklardandı. Sözlerine ve yaptıkları işlere güvenilirdi. Babam 1965 ile 1978 seneleri arasında taksicilik yapıyordu. Kendisinden, Taksim’de Sıraselviler’de kilisenin altındaki tornacı Zaven Usta’nın, Dolapdere’de kaynakçı Edmon Usta’nın, Şişli Palazoğlu sokaktaki motorcu İstavro Usta’nın, Beşiktaş’taki frenci Yohannes Usta’nın marifetlerini hep duyardım. Yine 1970’li senelerin en gözde arabaları 54-56 Plymouth 55- 56 Chevrolet arabalardı. İthalat o zamanlar nadir ve büyük zorluklarla yapılabildiğinden, arabaların orijinal parçalarını bulmak âdeta imkânsızdı. Şehiriçi yolları da köstebek yuvası gibi olan İstanbul’da arabaların ön takımları ve direksiyonları sık sık arıza yapardı. Bu durum şoförlerin korkulu rüyasıydı ama Zaven Usta ne yapar ne eder direksiyon millerini en iyi şekilde tamir ederdi. Hatta Ermenilerin bu iş bitirici hallerini tarif etmek için Halk içinde “Ermeni, aklı ermeli” sözü söylenirdi.
Bir zamanlar bu topraklarda barış ve kardeşlik içinde yaşamış tüm bu güzel insanların değerli hatıraları için Yunus Emre’nin barış ile bir arada yaşamanın hakikatini çok güzel ifade etmiş olduğu şu dizeleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü,
Yaradılanı hoş görürüz
Yaradandan ötürü.
* * *
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa, hakikatte asidir.
Şevki’de şöyle söyler;
İsevî, Musevî hem Muhammedî benem
İhtilâf-ı küfr-i îmândan azâb olmaz bana
Her düşündüğümde burnumun direğini sızlatan çocukluğumun eşsiz anılarına ortaklık eden tüm bu insanlardan çok ekmeğini yediğimiz, Madam Vasiliki, çocuklarının eski elbisleri ile büyüdüğümüz Madam Elefteriya, Madam Evdoksiya, Madam Lili, bakkalımız Bay Bünyamin, çocukları seven, güler yüzlü tornacı Yorgo Usta… Hayatta olanlarının kulakları çınlasın, vefat etmiş olanların ise işledikleri günahları varsa af olsun inşallah.
H. Dursun Gümüşoğlu
12 Mayıs 2017
Koşuyolu-İstanbul
Not: Bu makale Berfin Bahar adlı derginin Şubat 2018 – Sayı: 240’ta yayımlanmıştır.