GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BEKTAŞİLİK
Bektashisra From Past To Present
H. Dursun Günıüşoğlu’
Özet
Osmanlı tarihinin ilk dönemlerinde yönetim tarafından Bektaşîliğe öncelikli olarak değer verilmekteyken, 16. yüzyıldan sonra tedrici bir şekilde önyargılı, hat¬ta hasmane bir tutum takındıkları bilinmektedir. Bu makalede, Bektaşî tekkelerinin tarihsel süreç içindeki geçirdiği evreler, yaşadıkları sorunlar, Bektaşî babalarının, Çelebilerle ilişkileri, inanç algılan, sosyal yapısı, günümüz Bektaşîliğinin durumu, uğradığı kültürel erezyonlar ve gelecek açısından olabileceklerin değerlendirilmesi hakkında bilgiler sunulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Çelebiler, Bektaşî Babalan, Bektaşî Tekkeleri,
Abstract:
Although Bektashi’s were valued greatly by the rulers during the first half of the Ottoman history, it is well known that after the 16th century this manner changed towards prejudicial even hostile attitude.
This article offers information on the assessment of the different stages of Bek- tashi lodges throughout the history, their problems, their relationship with Celebi’s, perception of faith, social structure, the current state of Bektashism , it’s undergoing cultural erosion as well as the assessment of future prediction.
Keywords: Bektashi, Celebi, Bektashi lodges
GİRİŞ
Bektaşîlik ve Fütuhat
İslamın tasawufi bir yorumu olan Bektaşîlik, Osmanlı Devleti’nin ilk kurul duğu dönemlerden 19. yüzyıla kadar toplum hayatında oldukça önemli bir yere sa hip olmuştur. Anadolu ve Balkanlar’m fethinde Bektaşî dervişlerinin katkısı göz ardı edilmeyecek kadar büyüktür. Bu coğrafyalara giden dervişler, orada yaşayan insan-ların gönüllerini fethediyor, örnek yaşamlarıyla, hoşgörüleriyle onlara umut ışığı ve
1 Araştırmacı Yazar, Göztepe. İstanbul
İslam’ın benimsenmesinde vesile oluyorlardı. O dönemlerde mevcut yönetimlerinden memnun olmayanların, inançlarından dolayı baskı altında kalanların, aşın vergiler altında ezilenlerin, yönetimlerini değiştirmesi, günümüzde olduğu gibi seçimlerle olamayacağından, özlediği yaşama kavuşması ancak başka bir devletin bayrağı al-tına girmesiyle gerçekleşmekteydi. Bunun somut örneklerinden birisi Bizans halkı¬nın durumudur. İstanbul’un fethinde Katolik Bizans’ın baskısı altında olan Ortodoks Rumlar olmasaydı, İstanbul’un Türkler tarafından fethinin daha kaç yüzyıl süreceği bilinmezdi. Bu dönemde, Fütuhat ricalinden dervişlerin gönüllere taht kuran tavırla¬rı, baskı altındaki halka güven vermeleri sonucu fetih mümkün olmuştu. Vergilerini vermeleri, devlete itaat etmeleri şartıyla can, mal güvenliği ve inanç özgürlüğüne ka-vuşan Rum Ortodoks halkın Fatih’e yardım etmesiyle, Türklere İstanbul’un kapıları açılmıştı. Benzer durum Balkanlar için de geçerliydi.
Bektaşî Tekkelerinin Önemi ve Yapısı
Tarihte tekkelerin ilk defa kurulmasının Hicri II. yüzyılın ikinci yarısında başladığı bilinmektedir. Emevi ve Abbasi Devletleri’nin İslam anlayışına tepki olarak, dinin asıl değerlerini muhafaza düşüncesi, sufi bir yaşam tarzı tercihi nedeniyle ortaya çıkmıştır. İslamın tebliğ edildiği ilk yüzyıllarda kurulan tekkeler devlet işlerine karışmaktan uzak, aksine bu tip işlerden kaçanların barındığı bir müessese durumundaydı. Dolayısıyla devletin bu müesseselere müdahalesini gerektirecek olaylar da pek söz konusu değildi. Zamanla tekkelerin “devlet içinde devlet” olmamaları için bir takım tedbirlerin alındığı, müdahalelerin başladığı görülmektedir. (Kara, 2013: 232)
Bektaşî tekkelerinin bünyesinde birer vakıf olması nedeniyle, vakfın gelir gi-derini kontrol eden sorumlusu durumunda olan mütevellileri vardı. Bir de meşihat, yani mürşitlik, manevi hizmetini yerine getiren “baba, şeyh” olarak anılan kişiler bulunurdu. Osmanlı yazışmalarında tarikata intisap edenlere genel olarak “derviş” tabirini kullandıkları bilinmektedir. Her tekkenin “baba” diye hitap edilen bir postni- şini bulunmaktaydı. Ayrıca devamlı hizmette bulunan, arazileri ekip biçen, misafirle¬rini ağırlayan, gelenlerin yiyecek, içecek ve konaklama hizmetlerinde yardımcı olan dervişler ve ayrıca tekkelerin büyüklüğüne göre çevreden hizmet için gelen, tarikata intisap etmiş muhipler de vardı.
Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren Türk dini hayatının iki temel kuru- mundan biri olan tekkelere dayanarak gelişme göstermiş, bu bağlamda kendisine fay-
dası olabilecek her kişi ve kurumu koruyup desteklemiştir. Bu çerçevede pek çok Ale- vi-Bektaşî inanç önderlerine de toprak tahsis edilerek dergâh ve zaviyelerin kurulması sağlanmıştır. (Özlü, 2014: 16)
İdaresi bakımından vakıflar mazbut, mülhak ve müstesna vakıflar olmak üzere üç gruba ayrılmaktadır. Hacı Bektaş Veli vakfı, “eizze” yani müstesna vakıflardan kabul edilmektedir. Bu vakfa “eizze” denilmesinin nedeni, manevi yönden toplum üzerinde geniş nüfuza sahip büyük bir veli olan Hacı Bektaş Veli tarafından kurul¬ması nedeniyledir. Bu vakıflar, hükümetin ve evkaf idarelerinin müdahalesi olmadan doğrudan doğruya hususi mütevellileri tarafından serbestçe idare edilmiştir. (Özlü, 2014: 17)
Hacı Bektaş Tekkesi ise Osmanlı Devleti’nde sekiz müstesna evkaftan birisiy¬di. Kaynaklarda farklı bilgiler olmasına rağmen azımsanmayacak gelire sahip olduk¬ları bilinmektedir. Örnek vermek gerekirse, 16. yüzyılın sonunda Kırşehir, Aksaray ve Kayseri sancaklarının kesiştiği üçgenin, Hacı Bektaş Veli zaviyesine ait vakıf haline geldiği, zaviyeye bağlı köy ve mezraların sayısının 1485 yılında 3 köy ile 18 mezra iken, 1530 yılında 5 köy, 29 mezraya, 1584 yılında da 48 köy ve 34 mezraya veya 15 mezraa ve 50 köye ulaştığı tespit edilmiştir. (Özlü, 2014: 19)
Konuyla ilgili başka bir kaynakta ise şunlar belirtilmektedir: “Dergâh’m ge-lirinin biiyük bölümünün Çelebilere verildiği bilinmekledir. Yirmi bir köyün geliri ta-mamen onlara tahsis edildiği gibi devlet tarafından deıgâha tahsis edilen 1.435 kg’lık tuz gelirinin 615 kg ‘lık bölümü de onlarmdı. Bu tuz, dergâhın eskiden beri pay sahibi olduğu Aksaray yakınındaki Tuzköy tuz madeninden gelmekleydi. Birinci Diiııya Sa-vaşı sırasında, Hacı Bektaş Deıgâhı, devletten alması gereken yardımları alamamıştı. Savaştan sonra babalar, bu birikmiş alacaklarının yerine, devletin bir misafirhane yaptırmasını istediler.” (Küçük, 2003:111)
Tekkelerin Merkezi Kontrolü ve Yetkili Makamlar
Hacı Bektaş soyundan olduğunu ileri süren Çelebiler, Hacı Bektaş kasabasında oturmaktaydı. Aynı zamanda vakfın mütevellisi olduklarından Osmanlı Devleti ken¬dilerini resmi muhatap kabul etmiş ve konuyla ilgili berat vermiştir. (Özlü, 2014:17) Bu nedenle Dergâh’m maddi işleri onlardan sorulduğu gibi, başka dergâhlara atana¬cak uygun kimseler onların öncelikli önerisiyle gerçekleşmekteydi. Tayin edilecek kişiler, Şeyhülislamlık makamı tarafından uygun görülmesi halinde tayin gerçekleş¬mekteydi. (Rıfkı, 1328: 103)
Tanzimat fermanından sonra Şeyhülislamlık bünyesinde kurulan Meclis-i Me- şayih bu konuda yetkili kılınmıştı. Böylelikle tekkelerle ilgili bütün faaliyetler medre¬se kültürünün kontrolüne girmiş, taşradaki tekkelerin idaresi müftülerin başkanlığın¬daki encümenlere devredilmiştir. (Kara, 2013: 81)
Tanzimat döneminin merkezileşme siyasetinin tekkeler açısından en somut sonucu Meclis-i Meşâyih’in kurulmasıdır. Bu meclis tarikatlarla ilgili olarak yaşa¬nan gelişmelerin sonucu oluşmuştur. Meclis-i Meşâyih vasıtasıyla tekkelerin bir mer¬kezden idare edilmesi ve denetlenmesi amaçlanmaktadır. Tarikatların siyasi anlamda kontrol ve yönlendirme amaçlı sistemli denetim yalnızca 19. yüzyıla ait bir durum değildir. Tarikatlara yönelik bir takım planlamalarda Meşihatla birlikte Evkâf Neza- reti’nin aktif rol aldıkları görülmektedir. Özellikle şeyh tayininde Evkâf Nezareti ka¬yıtları kontrol etmiş ve Meclis-i Meşayih ise atanacak kişinin liyakatini sorgulamıştır. Yeterli denetimin yapılması için vakıflara ait kayıtlar Evkaf Nezareti’nde toplanmak¬taydı. Dolayısıyla tekkelerde hizmette bulunacak kişilerin atamaları da bu kurumun sorumluluğundaydı.
Gerek merkezde, gerekse taşrada nezarete bağlanan tekkelerin vakfiyelerinin tanıtılması ve merkezde bunların kayıt altına alınması devletin merkeziyetçiliğini pekiştirmekteydi. Tekkeler, vakfiyeler ile kayıt altına alınmakta, verilen muafiyet ve tahsisatla bağımlılıkları daha da güçlendirilerek meşihat değişimlerinde devlete baş-vurmaktan başka çareleri kalmamaktaydı.
Bir tekkenin şeyhi vefat ettiği zaman o tekkeye atanacak olan şahsın kim ol-ması gerektiği, gelirleri gibi pek çok mesele Evkaf Nezareti tarafından vakfiyeler ara-cılığı ile kayıt altına alınmıştır. Evkaf Nezareti burada hukuki ve mali açıdan işleri kolaylaştırırken Şeyhülislamlık makamı da bu atamaların hukuka uygun olup olma¬dığını incelemekteydi.
Dini konularda en yetkili makam olana Şeyhülislamlık aynı zamanda bir dev-let memuriyeti durumunda olduğundan resmi bir işleve sahip tekkeler üzerinde söz sahibidir. Devletin dayandığı Sünni-Hanefi düşüncesinin de temel dayanağını teşkil etmektedir.
Muharrem Varol bir eserinde konu ile ilgili olarak şunları belirtmiştir: “Bu dö-nemde Evkâf Nezareti ve Şeyhülislamlık’tan başka Meclis-i Vâlâ’mıı tekkelere ilişkin bazı meselelerde bir üst merci vazifesi gördüğü anlaşılmaktadır. Başlangıcı itibarıyla
önemli devlet işleri ve Tanzimat ‘a dair hususların göıiişiildiiğii bir yer olan Meclis-i Vâlâ ’nın, Meclis-i Tanzimat ‘m ihdasıyla yargı ve daha önemsiz sayılabilecek işlere baktığı görülmektedir. Bu dönemden sonra ise ayrı ayrı ihtisas birimlerine sahip olan meclis, 1861 yılında Meclis-i Tanzimat ile birleştirilerek ıslahatın tatbikatına nezaret amacıyla yüksek yetkiler ile donatılmıştı . İşte bu meclisin tekkelere dair bir takım meseleleri görüşerek karara bağladığı görülmektedir. Bu meseleler ise tamir, taarni- ye, tahsisat, meşihat gibi tekkelerin giinliik işlerine yönelik olabildiği gibi, adlî sorun meydana getiren bir takım ilginç ve büyük olayları da kapsayabilmektedir. (Varol, 2013:255) •
II. Mahmud’un Yeniçeriliği ortadan kaldırmasının arkasından Bektaşî tekkele¬rini kapatmış, babalan çeşitli yerlere sürmüştür. Tekkelerin vakıf mallarından ve ge¬lirlerinden elde edilen kaynakların bazıları devletin diğer masraflarına kullanılmıştır. Böylelikle bazı Nihayet Bektaşîliğin kaldırılmasından tam on yıl sonra 1836 yılında tarikatlara yönelik ilk büyük düzenlemeyi yürürlüğe koymuş ve 1866 kurulan Meclis-i Meşâyih’in ilk tohumlarını atmıştır. (Varol, 2013: 439)
İstanbul’da Meclis-i Meşayih, taşrada ise Encümen-i Meşayih, tarikatları kont-rol ediyordu. Bunlann görevleri tarikatin ayin ve müritlerin yetiştirilmesinde kendi klasik erkânına uyup uymadığını, tekke şeyhinin şeyh olmak için yeterli bilgiye sahip olup olmadığını, ahlaki yönden bu makama uygun olup olmadığını kontrol etmek de vardı. 1918 yılında yenilenen Meclis-i Meşayih Nizamnamesine göre bütün tekke ve zaviyeler bu meclis ve encümenden sorulurdu. Nizamnameye göre, müritler şeyhleri¬nin emirlerine uymak zorunda idi, aksi takdirde koyulabilirlerdi. (Küçük,2003:58-59)
Bektaşî Tekkelerinin Kapanmasından Sonraki Durum
Yeniçeri Ocaklarının kapanmasından çok kısa bir süre sonra, bütün Bektaşî tekkeleri de kapatılmıştı. Bu tekkelerden 60 yıl öncesi inşa edilenler hariç, diğerleri¬nin yıktırılması ve içlerinde bulunan kişilerin ise “makarr-ı ulema” denilen Hadim, Birgi ve Kayseri gibi yerlere sürülmesine karar verilmişti. Bu mekânlarda ulemanın çok fazla sayıda olması sayesinde, gönderilen Bektaşîlerin “tashih-i itikâd” edecekleri öngörülmüştü. 60 yıldan fazla bir geçmişe sahip olan tekke ve türbelere ise “turıık-i saiıeden ve ehl-i sünnet” kişilerden atanması düşünülmüştü (Varol, 2013:47).
Bektaşî dergâhlarının kapanmasından sonra dedebabalık makamı da resmen yasaklanmış ve varolan tekkelere Nakşi ya da Halveti şeyhi atanmaktaydı. Hacı Bek-
taş Tekkesi’ne de Nakşi şeyhlerinden Kayserili Mehmed Said Efendi atanmıştı. Göre¬vi, Bektaşîlere İslam dinini ve Nakşi ayini olan Hatm-ı Hacegân’ı öğretmek, cuma na¬mazlarını kıldırmaktı. Hacıbektaş’taki ilk Nakşi şeyhi Kayserili Mehmed Said Efendi, Sivaslı Mehmed Nebi Dedebaba tarafından Bektaşî tarikatine sokulmuştur (Küçük, 2003: 44). İstanbul’da Yahya Efendi ve İsmet Molla gibi bazı Nakşi şeyhlerinin son¬radan Bektaşîliğe girdikleri halde, tekke mensuplarını etkileyemedikleri de ayrı bir gerçekliktir. Besim Atalay ve Koşay’a göre Bektaşî babalan, akıl ve zekâca Nakşi- lerden daha üstün oldukları için onları ikna ediyorlardı. Bektaşî dergâhlannın tabiri caizse “el değiştirmesiyle” Nakşi şeyhlerinin babalann yerini alması beklenirken, bu şeyhler cuma ve bayram günleri Bektaşî olmayan ziyaretçilere namaz kıldırmaktan başka bir şey yapamadılar ve babalann yerini asla dolduramadılar. (Küçük, 2003: 37)
Nakşilerin denetimlerinin yoğun olduğu bu dönemlerde Bektaşî evlerinde ayin ve toplantılar devam etmekteydi. Şehirli halkın büyük desteği yanında, Bezm-i Alem Valide Sultan döneminde Bektaşîlik yeniden canlandı (Küçük, 2003: 38). Sultan Ab- dülaziz döneminde, Bektaşîliğin Osmanlı İmparatorluğu’nun bazı yerlerinde ve Mı-sır’da tekrar aktif hale geldiği bilinmektedir. Hacı Bektaş Dergâhı’nda ise yönetim, pek çok somnla beraber Bektaşî babalan, Çelebiler ve Nakşi şeyhi olmak üzere üç grup arasında gerçekleşmekteydi. Özellikle tekkenin ve vakfın tek sahibi olduklannı ileri süren Çelebiler, Bektaşî babalarını menfaatlerinin önünde büyük bir engel olarak görüyorlardı. (Küçük, 2003: 37)
Dönemin dedebabalık görevini yapmakta olan Sivaslı Mehmed Nebi Dede-baba, tekkeyi Nakşi şeyhinin denetiminde 1834 tarihine kadar yönetti. Daha sonraki dedebabalar resmi anlamda “lürbedâr” lakabını kullanmaktayken Hacı Feyzullâh De¬debaba daha sonraları “post-nişîn” lâkabını kullanmıştır. (Küçük, 2003: 36) 1900’lü yıllatın başında Bektaşî babalarının İttihat ve Terakki Cemiyeti ile, Çelebilerin ise sultanla iyi ilişkileri vardı.
Anadolu’da bulunan en önemli Bektaşî tekkesi olan Hacı Bektaş Pîr Evi’nde bu süreçte olan olaylara bakılarak taşradaki tekkelerin durumlarına da göz atmak ge-rekmektedir. Bektaşî tekkeleri idari anlamda Kırşehir’de bulunan Hacı Bektaş Âsitâ- nesi’ne bağlıydı. Daha 18. Yüzyılın başlarından itibaren “baba, sultan, abdal, dede ve demiş” namıyla anılan bütün Bektaşî tekkelerinin şeyh atamaları için Hacı Bektaş Veli evladı olduklarını ileri süren Çelebilerin devletten berat aldıkları bilinmekteydi. Bu keyfiyet, Bektaşîlik içerisinde Çelebilerin otoritesinin onaylanması anlamına gel-
diği gibi devlet için de tarikatın daha rahat kontrol edilmesini sağlamaktaydı .(Varol, 2013: 62)
Bektaşî tekkeleri 1826’da kapatılmış ve resmi olarak tekrar açılmamıştır. Bu¬nunla birlikte, Abdülaziz döneminden itibaren halktan gelen talep, mevcut sosyal ve siyasal yapı göz önüne alınarak faaliyetlerinin devamına gayri resmi müsaade edil-miştir. 1925 yılında ise dönemin siyasal çalkantıları nedeniyle on yıl sonra açılmak kaydı ile kapatılmıştır (Öz, 2004: 170).
Atatürk “toplumlunuzun hınafeci, ilkel bir kavim olmadığım göstermek” ama¬cıyla tarikat ve tekkeleri kapatmıştır. İzmir gezisi günlerinde Denizli eski milletvekili Bektaşî babalanndan Hüseyin Mazlum Baha’nın oğlu Mümtaz Bababalım’ı kabul ederek Bektaşîlik kurumlarını yeni koşullara ve günün gereksinimlerine göre, yeni bir tüzük ile yapılandırılarak canlandırılmasını önerir. Fakat tekkelerin kapatıldığı dönemde Şeyh Sait ayaklanması, Kubilay olayı ve arkasından Hatay meselesinin çık¬ması, Atatürk’ün sağlığının bozulması, yeni kurulan cumhuriyetin içinde bulunduğu sorunlar yüzünden tekkelerin resmi olarak açılmasını gündeme getirilememiştir (Öz, 2004:212).
Bektaşî tekkelerinin 1826’da kapatılıp, Bektaşîliğin yasaklı bir hale sokulması, bu kuruma şüphesiz ki çeşitli zararlar vermiştir. Öncelikle dergâhlardaki bilimsel ça¬lışmaların yapılmasına ve buradaki kazanımların halkla paylaşılmasına engel olmuş¬tur. Bir çalışmanın özgür koşullar içinde yapılıp yapılmaması arasında çok fark var¬dır. Dahası, bu süreçte babaların yolun ritüellerini uygulamaktan tasavvufî manaları düşünmeye ve onları geliştirmeye ne derece fırsat buldukları da araştırma konusudur. Yasaklı durumda olan babaların hayatta kalmak, inançlarının emanetlerini gelecek nesillere ulaştırmak gibi çok önemli sorunları vardı. Bu nedenle bir kısım babalar ken¬dilerini Kadiri, Rufai, Celveti gibi tarikatların altında gizlemek zorunda kalmışlardır (Küçük, 2003: 203). Hatta Bektaşîliğin sözlü geleneğinde “her Rufaifahri altında bir Bektaşî tacı vardır” cümlesi sıklıkla kullanılmaktadır. İstanbul’da Kadıköy Söğütlü- çeşme Osmanağa Mahallesi, Mahmut Baba Sokağı’nda yatan Mahmut Baha’nın tür¬besi üzerinde Kâdirî olduğu yazılı olduğu halde, II. Mahmut’un hışmından kurtulmak için Kadiri şemsiyesi altında bulunmak zorunda olan bir Bektaşî olduğunu Bektaşî halifebabalarından Turgut Koca Babaerenler belirtmiştir.
Abdülaziz’den sonra toparlanmaya çalışan Bektaşîliğin 1925’te dönemin şart-lan gereği kapatılmak zorunda kalınması ve daha sonra onun yerini tutacağı tahmin
edilen Halkevleri’nin bu konudaki ihtiyacı tam olarak karşılamadığı görülmüştür. Bektaşî tekkeleri asla miskinlik yeri değil, aksine üretim yapılan, halkla paylaşılan, derdi olanlara ümit, moral vererek toplumla, çevreyle barışık hale getirmeye çalışılan adeta psikolojik etkileşim, tedavi merkeziydi. Osmanlı coğrafyasında oldukça geniş bir alana yayılan Bektaşî tekkelerinde bulunan bazı kimselerin yanlış işler de yaptık¬ları, vakıf gelirlerini kendi çıkarlarına kullandıkları iddiaları olmakla birlikte bunların ne kadarının doğru olduğu bilinmemektedir.
Cumhuriyet döneminde tekkelerin kapatılması nedeniyle Bektaşî babalan Atatürk’e, yeni kurulan cumhuriyete olan saygılarından dolayı karşı çıkmamışlardı. Kanun, tekkelerin son şeyhlerinin tekkeler kapatıldıktan sonra da tekkelerinde otur- malanna izin vermesi nedeniyle, Salih Niyazi Baba ve Bektaş Baba haricindeki bütün Bektaşî babalan tekkelerinde kaldılar. Salih Niyazi Baba kapatılma haberini duyduğu zaman sadece “Bu demektir ki. biz bu göreve lâyık değilizdemiş ve dergâhı terk etmiştir. Ancak dergâhlann binalannın kapatılabileceğini ama tasavvufun yaşadığı canlı yerler olan kalplerin kapatılamayacağını belirtmişti. Salih Niyazi Dedebaba buna rağmen yol ile ilgili faaliyetlerine devam ederek, 17 Ocak 1930’da bazı mücer¬ret babalarla birlikte Arnavutluk başkenti Tiran’a gitti (Küçük, 2003: 194). Pek çok Bektaşî babası evlerine çekilerek yolla ilgili hizmetlerini evlerinde, kısıtlı imkânlarla yapmaya çalışmışlardır.
Aksine iddialar olmakla beraber Bektaşî babalannın dönemin şartlanna göre genel kültürlerinin çok yüksek olduğu bir gerçektir. Celvetiye intisabı da olduğu bi-linen Üsküdarlı Haşim Baba, 15. Yüzyılda yaşamış olan Dîvân-ı Sadık adlı eserin sahibi Sadık Abdal, Uyunu’l-Hidâye’nin yazan Giritli Resmi Ali Baba, Ali Turabi Dedebaba, Mehmet Ali Hilmi Dedebaba, Bektaşî Makalat’ı adlı eserin sahibi tabur imamlığı görevinde bulunan Ali Ulvi Baba (Küçük, 2003: 147) ve Edib Harâbî’nin oldukça önemli eserler vücuda getirdikleri bilinmektedir.
Bektaşî tekkelerinin kapanmasından sonra Beşiktaş Darphane’de ulema ta-rafından yapılan fıkıh konusundaki imtihanda Bektaşî babalarının Ehl-i Sünnet ile ilgili tüm sorulan eksiksiz cevap vermelerine rağmen, siyaseten aleyhlerinde kararlar alınmış, Rafızilikle suçlanıp çeşitli cezalara muhatap olmuşlardır (Rıfkı,1328: 67).
Çelebilerin ve Bektaşî Babalarının Uyguladıkları Erkânlar
Çelebiler genellikle Alevi erkânı, Şeyh Safi erkânı denilen musahipli erkân
yapmaktaydılar. Bektaşî babalan ise Balım Sultan Erkânı denilen mücerret, yani yola kişilerin tek tek girdiği, soya bağlı olmadan yola girilebilen erkân yapıyorlardı. Bu nedenle kırsal alanlardaki dedelerin bir kısmı merkez tekke olan Hacıbektaş kasaba-sındaki Çelebilere bağlı olup, mürşitlik hizmeti babadan oğlu geçmekteydi. Aslında dede ocağı diye bilinen Derviş Cemal ve Seyyid Mahmut Hayrani gibi pek çok ocağın ilk mürşitlerinin Hacı Bektaş’ın halifeleri olduğu bilinmektedir. Daha sonra dönemin şartlan gereği, inanç önderliği babadan oğula geçmiştir. Ritüellerinin 13. yüzyılda- kilerle tamamen aynı olup olmadığını söyleyebilecek yeterli belgeye şimdilik sahip değiliz.
Fakat 16. 17. yüzyıldan itibaren Çelebilerde ve diğer Alevi ocaklannda taliple¬rin babası hangi dedeye bağlı ise, çocukları da zamanı gelince aynı dedeye bağlandı¬ğını söylenebilir. Dedeler vefat ettiğinde hizmete devam edecek olanlar Hacı Bektaş Dergâh’ındaki Çelebilerden icazet alır, dedebaba ve orada görevli aşçı baba, ekmekçi baba icazetnameyi onaylardı.(Gümüşoğlu-Tokçiftçi,2011:423-442) Çelebilere bağ¬lı dedeler en geç beş senede bir Çelebi efendiyi ziyaret eder, topladıkları nezirlerin beşte birini onlara verirdi. Uzak yerlerden gelen bu kimseleri Çelebiler konaklarında ağırlar, niyazlarını, kurbanlarım orada kabul ederlerdi (Bardakçı, 1945:11). Cemleri bizzat yönetmez, görevlendirdikleri dedelerin cemlerine nezaret ederlerdi. Çoğu za¬man temsilcilerini gönderir kendileri dolaşmazdı. Merkez tekkeye gelen ziyaretçiler ayrıcalıklı bir sınıf olarak kendilerini kabul eden ve halk tarafından da özel bir önem verilen Çelebi efendiyle bir iki dakika görüşmek herkese kısmet olmazdı (Bardakçı, 1945: 56). Yazışmalarda ya da karşılıklı görüşmelerde kendilerinden bahsederken ön¬celikle Hacı Bektaş evladı olduklarını öne çıkarırlardı. Zaten onları halk nazarında önemli kılan şey, Hünkâr’ın soyundan olduğuna inanmalarıydı.
Halbuki Hazret-i Ali’nin şu sözü oldukça düşündürücüdür: “Cehaletten soyu ile öğiinen adam!. Bil ki bütün insanlar bir anadan ve bir babadandır. Onların gü-müşten, ya demirden, ya bakırdan ya da altından yaratıldıklarını görüyor musun? Mallarından halk olunduklarını görüyor musun? Etten ve kemikten ve sinirden başka bir şeyden midirler? Ancak sağlam akılla, utanma, iffet ve terbiye ile öğüniilür” (No- yan,1998: 101).
Bektaşî erkânına gelince, merkez tekkede oturan dedebabalık sisteminde hiye-rarşik bir yapı bulunmaktaydı. Bektaşîliğin yönetsel anlamdaki düzeni şu şekildedir: Yola girmek isteyen adaylara “âşık’’ yola intisap etmiş olanlara “muhib” denir. Mu-
hiplere erkek ise “e/-” hanım ise “bacı” denir. Daha sonra kişinin liyakatine göre diğ aşamalar “derviş, baba, halifebaba ve dedebaba “ olarak tabir edilir. Soy evladı olaı saygı duyarlar fakat yol evladı olmayı esas kabul ederler (Noyan, 1998: 106). Bir Bel taşî tekkesini dervişlerden, babalardan ayrı düşünmek mümkün değildir. …
Bektaşî Tekkelerinin Mali İşleyişi
Osmanlı coğrafyasında geniş bir nüfuza sahip olan Bektaşî tekkelerinin kuru ması ve meşruiyet kazanmasının iki şekilde olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi Haı Bektaş Veli gibi büyük zatlar gelip yerleştikleri yerlerde kısa süre içinde halk taraf» dan saygınlık kazanmış, çevresine her konuda yararlı olmuş ve sayısız kerametler gö: termişlerdir. Adı duyuldukça, devlet tarafından da kabul görmüşlerdir. Bu gönül erle kurdukları tekkelerle çevre halkının, sağlık, güvenlik, iletişim, dini, gelen geçenleı yedirip içirme, konaklama, güvenlik gibi pek çok ihtiyaçlarına cevap vermekteydi.
İkincisi ise Abdal Musa, Geyikli Baba ve Seyyid Ali Sultan gibi fütuhata kı tılmış, yararlık göstermiş olan alperen dervişlere dergâhlarını açmalan için mülkle verilmiştir. Örnek vermek gerekirse Orhan Bey, Geyikli Baha’yı defalarca davet eı meşine rağmen tekkesini bırakıp kendisine gidemez. Bunun üzerine Orhan Bey, ço zengin hediyelerle dergâha gider, fakat Geyikli Baba hediyeleri kabul etmez. Sul tan’nın buna kızdığını hissedince de “Padişahım hatırın kalmasın, şıt karşıdaki tepe cikteıı beri yerceğiz dervişlerin olsun” der ve arzusu yerine getirilir. Bu olay dervişle rin üretime katıldıkları, devletin boş arazilerini tekkedeki 1 erin gayretiyle ihya etmiş dervişler alınterlerini cemiyetin hayrına sarfetmişlerdir (Kara, 2013: 128).
Ayrıca bu dergâhların ekonomik olarak ayakta durabilmesi için başka gelirleri nin de olması gerekiyordu. Tekkelerin gelirleri şahıslardan elde edilenlerle, devletteı alınanlar olarak iki kategoride toplamak mümkündür. Şahıslardan gelenler “niyazlık adı altmdaki paralar ve vakfiye olarak bağışlanan mülklerin gelirlerdir (Özlü, 2014 21-25).
Devletten alınanlar ise, “öşür”, “hırka bahası”, “mukataa” ve “taam iye” gib devlet tarafından tamirat için verilen paralardır. Bunların dışında tekkelerde hizme eden dervişlerin geliri tekkeye ait olmak üzere ziraat ve hayvancılık da yapmaktay dılar. Bu tekkelerden 16. yüzyıl boyunca Kızıldeli Zaviyesi’nin tarımla kendi imkân lanyla mı uğraştığı ya da yalnızca çiftçilerden toplanan rüsumlara mı dayalı olduğı bilinmemektedir. Kayıtlar, bununla ilgili ayrıntılı bir bilgi içermemektedir. Aslında bu pek çok büyük tekke için doğrudur. Kırşehir yakınlarındaki Hacı Bektaş ve Os-
mancık’taki Koyun Baba gibi önemli derviş merkezlerinin varlıkları anlatılırken tah-rirler, çiftçiler tarafından ana geçim kaynağı olarak ödenebilir rüsumları ve bazen de bahçeleri, bağlan ve davarlan işaret etmektedir. Fakat küçük tekkelerin tanmsal faaliyetleriyle ilgili kaynaklar bulurken, daha büyük vakıflann arazilerinden daha çok vergi ödeneklerine dayalı olarak işlediği görülmektedir. (Aman Yeşilel ve Çorbacı, 2010: 39) Bazı dönemler kesintiye uğramakla beraber Bektaşî tekkelerinin çeşitli vergi muafiyetleri ve siviller tarafından bağışlanan mülklerden gelen gelirler olarak özetlenebilir.
Yukanda belirttiğimiz gelir kaynaklardan ~6şü’t* devlete verilmesi gereken onda bir oranındaki vergi Bektaşî tekkesine verilmekteydi. “Hırka bahası” Hacı
Bektaş kasabasında oturan Çelebi Efendi’ye adı altında verilen paradır. “Mukataa” çeşitli arazi ve emlâktan senelik kira karşılığı gibi alman bedellerdir. Dergâhlarda hizmet eden ve gelirleri yeterli olmayanlara devlet tarafından verilen yemek parası olarak verilen ücrete de “taamiye” (Soyyer, 2005:47) denilmektedir. Tekkelere gelen-lerin kendi arzuları ile verdikleri para veya mala “niyaz” denilirdi. Gelen ziyaretçilere yedirilmesi için adak kurbanları kesilip verilirdi.
Bektaşî tekkelerinin açık olduğu dönemlerde gelen gidenlerin ağırlanması, post-nişinlik hizmetinde bulunan babanın geçimi için maddi yardımda bulunulmak-taydı. Bu amaçla, vakıf gelirlerinden belli bir hisse, “hırka bahası” ve “taamiye” adı altında düzenli paralar ödendiği gibi, tamiratları için de ödenek ayrılırdı. Müstesna evkaftan olması nedeniyle de bazı dönemler hariç vergiden muaf tutulmaktaydı. Bek-taşî babalan bu dergâhlarda yaşar, ihtiyaçlannı karşılarlardı. Son dönem alınan karar-lar üzerine dergâhtan aynlanlar özel eşyalan dışında maddi bir şey götüremezlerdi. Nezir olarak halk tarafından verilenler dedikoduya sebep olduğundan üç nüsha olarak zapta geçirilip, bir nüshasının devlet yetkililerine verilmesi karar alınmıştır. Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren Türk dini hayatının iki temel kurumundan biri olan tekkelere dayanarak gelişme göstermiş bu bağlamda kendisine faydası olabilecek her kişi ve kurumu koruyup desteklemiştir Bu çerçevede pek çok Bektaşî babasına toprak tahsis edilerek dergâh ve zaviyelerin kurulması sağlanmıştır (Soyyer, 2005: 47).
Bektaşî Babalan, Eğitim Algıları ve Sonrası
Tarihsel açıdan baktığımızda her ne kadar bu inancın temelleri Hazret-i Ali’ye* Hazret-i Muhammed’e kadar ulaşmakta ise de Hacı Bektaş Veli’nin 13. yüzyılda ge¬tirdiği yorumlarla Bektaşîlik kurumunun temellerinin oluştuğunu söyleyebiliriz. Ana-
dolu ve Balkanlar’da yaşayan insanlann yaşam tarzına uygun olan Bektaşîlik kısa zamanda kabul görüp yayılmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve büyüme dönemle¬rinde Bektaşî Babalarının, dervişlerinin çok önemli katkılarının olduğunu tarihçiler taralından sıklıkla vurgulanmaktadır.
On altıncı yüzyıla kadar devlet ricali içinde, protokolde olan Bektaşî Babala-rının, Safeviliğin gelişmesi, OsmanlI’nın Mısır’a kadar büyümesiyle beraber yavaş yavaş eski önemini kaybetmeye başladığını söylemek yanlış olmaz. Kızılbaş toplu-luğuna ön yargılı bakışların, Bektaşî tekkelerine doğru da yöneldiği anlaşılmaktadır. Bununla beraber Hacı Bektaş Veli’nin, Yeniçerilerin Pir’i olarak tanınması nedeniyle onun dergâhmın, türbesinin tamirinde padişahların yardım ettiği bilinmektedir.
13. yüzyıl ile 16. yüzyıl arasında menâkıb-nâmelerin dışında elimizde yete¬ri kadar belge olmadığından dergâhlardaki günlük yaşam, karşılaşılan sorunlar, iba-detlerin nasıl yapıldığı, eğitimlerin veriliş şeklinin nasıl olduğu gibi pek çok soruya yeterli cevap verememekteyiz. Sözlü gelenekle bizlere ulaşmış, kınntı denilebilecek bilgilerin dışında fazla bir şey söyleyecek durumda da değiliz. Bu duruma neden olan olayların başında II. Mahmut’un, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırması, ona paralel olarak Bektaşî tekkelerinin kapatılması, derviş ve babaların öldürülmesi ya da çeşitli yerlere sürülmesi olduğunu söylemek zorundayız. Yeniçeri Ocağı’nın ve Bektaşî tekkelerinin 1826 yılında kapatılmasıyla birlikte sayısız el yazması, cönk ve hatıratın yakıldığı ya da tahrip edildiği bilinmektedir. Bu veya benzeri nedenlerle Bektaşî tekkelerindeki kültürel yaşamla ilgili fazla bir şey söyleme imkânımız şimdilik bulunmamaktadır. Hatıra yazmayan, günlük tutmayan ve düzenli özel arşivler oluşturmayan atalanmız, birçok tarihî konuda olduğu gibi bu hususta da ne yazık ki bizlere yardımcı olama-mışlardır.
Sözlü gelenekle günümüze ulaşmış bazı bilgileri son derece kısıtlı yazılı kay-naktan elde ettiklerimizle birleştirince bazı şeyleri söylemek mümkün olmaktadır. Dergâhlarda devamlı görevde olan babalar ve dervişlerin, yönteminin ayrıntılarını bil-mememizle beraber bir eğitimden geçtiğini söyleyebiliriz. Oldukça önemli divanlar, risaleler, velayet-nâmeler, icazetnameler yazmaları ve bu eserlerde âyetleri, hadisleri, kıssaları yerli yerince kullanmalarından yola çıkarak hafife alınmayacak bir eğitimden geçtiğini tespit ediyoruz. Tekkeler kapatıldıktan sonra ele konulan kitaplar bu tezimizi doğrular niteliktedir. Örnek vermek gerekirse 1826’da Abdal Musa Dergâhı’nın mal¬ları müsadere edildiğinde tekkenin kütüphanesinde bulunan kitaplar şunlardır:
“13 tane Kur’arı-ı Kerim, 3 tane En’am-ı Şerif 1 tane Menafin’n-Nas, 1 tane (eksik) Fuzuli’nin Hadika’sı, 1 tane Tecvit Kitabı, 2 tane Saıf Cümlesi, 1 tane Avanıil-i Atik, 1 tane Şerh-i Avamil, 2 tane Mecnun ii Leyla, 1 tane Risale-i Tevhid, 1 tane Attar’ın Tezkirretii ’¡-Evliyası, 1 tane Şerh-i Mesnevi, 1 tane Mesnevi‘den seçmeler, 2 tane Mesnevi (Mevlana’nın), bir tane Kaside-i Hoca Atlar, 1 tane Kitab-ı Kııduri (Muhanuned El Kuduri’nin Hanefi fıkhına dair kitabı), 1 tane Miilteka (Sunullah b. Sunullah el-Halebi’nin Hanefi fıkhına dair kitabı), 1 tane Vikaye (Burhaneddin İbn. Sadru’ş-Şeria’nın fıkıh kitabı), Lugat-ı Nimetullah 1 tane Tuhfe-i Kebir Şerhi, 1 tane Feteva-i Ali Efendi, 1 tane Risale-i Cabirî, 1 tane Risale-i Üstiivani,, 1 tane Türkçe Hacı Bektaş Makalatı, 1 tane Farsça Makalat, 1 tane Menakıb-ı Hacı Bektaş, Şerh-i Besmele, 2 tane Destan-ı Ebıı Müslim, 1 tane Sururi’nin Gülistan şerhi, 1 tane Sadi’nin Gülistanı, 2 tane şarihi bilinmeyen Gülistan şerhi, 1 tane Bostan, 1 tane Şerh-i Bostan, 1 tane Molla Cami’in Baharistan’ı, 2 tane Hz. Ali’ye izafe olunan Hııtbetii’l-Beyan, 1 tane Fazilet, 2 tane Tarih-i Seyyid Battal Gazi, 1 tane Şerh-i Esma-i Hüsna, 1 tane Ravzatii’ş-Şiiheda tercümesi, 1 tane Farsça lügat, 2 tane lügat, 1 tane Gencine-i Hikmet, 1 tane Hikayat-ı Yazıcızade Ahmed Bican, 1 tane Gaybeti’ı ’l-Beyan, 1 tane Aşık Paşa Kitabı, 1 tane İrşadü’l-Mürid, 2 tane Kanunname, 2 tane Tasavvuf kitabı, 1 tomar resmi yazışma, 1 tane Telhisii ‘l-Hakayık, 1 tane Farsça Siyer, 1 tane Miftahü 7- Kıılııb, 1 tane Netayicii i- Fiinıın, 1 tane Tezkireti’ı ‘ş-Şııara, 1 tane Kiitiib-i Mısbah, 1 tane Mahmud Şebüsteri’nin Giilşen-i Raz’ı, 1 tane Yusuf it Züleyha, 1 tane Divan-1 Viran i, 1 tane Risale-i Sultan Virani, 1 tane Divan-ı Necati, 1 tane Divan-ı Nef’i, 2 tane Divan-ı Cami, 1 tane Hamzaname, 1 tane Divan-ı Fuzulî, 1 tane Dilkiişa-i Baba Kaygıısuz, 1 tane Hediyye-i Nabi, 1 tane Hayriye-i Nabi, 1 tane Divan-ı Mesııd, I tane Divan-ı Şeyh Haşan Efendi, 1 tane Divan-ı Gevheri, 1 tane Muhammediye, 1 tane Menakıbnaıne-i Emir Sultan, 1 tane Kiitiib-i İstiare, 1 tane Divan-ı Vehbi.” (Soyyer, 2005: 141-154).
Yukanda isimleri yazılı eserleri incelediğimizde dinî, tasavvufî ve edebî açıdan oldukça önemli kaynaklar olduğu, dahası onları okumak ihtiyacı hissettikleri anlamına gelmektedir. Bu iddiamızı II. Mahmut’un Bektaşî babalarını gözaltına alıp sürgüne göndermesi olayı da açıklar niteliktedir.
Dergâhların kapanmasından sonra uzun yıllardır oraya kendisini adamış, ba¬balar, dervişler adeta sudan çıkmış balığa dönmüş, geçimini sağlayacak yeni bir iş tutmak zorunda kalmış muhtemelen yurtdışma gitmelerinin nedenlerinden birisi de bu olmuştur.
Evli olan babaların sosyal yaşama daha çabuk uyum sağladığı düşünülebilir. Fakat dönemin şartlan gereği iletişim imkânları kısıtlı olduğundan kendilerini ilmi, tasavvuf! olarak ne kadar geliştirdikleri yapılacak detaylı bir çalışmayla belirlenebile- cektir. Ali Rıza Öke, Kazım Koca, Haşan Cemali, Bedri Noyan, Turgut Koca ve Asım Giritlioğlu kişilerin kaynak sayılacak oldukça önemli eserleri olduğu bilinmektedir. Anadolu’nun, Trakya’nın köylük alanlannda kalan babalar ise, şartlan nedeniyle bu süreçte inanç ateşinin sönmemesi için erkânları uygulamaya büyük çaba gösterdikle-rinden, çok ciddi eserler ürettiklerini söylemek zordur.
Bektaşîlikte iki mekan vardır. Birisi toplu namazların kılındığı, nasip, dardan indirme törenlerinin yapıldığı Aynii ‘l-Cem, diğeri ise eğitim alanı olan Ali Sofrası ola¬rak da tanımlanan Âyinü‘l-Cem’dir. (Gümüşoğlu ve Tokçiftçi, 2012: 26) Birincisine yalnızca yola intisap etmiş nasipli kişiler girer, İkincisine ise, uygun görülen herkes katılabilir. Bu iki mekân tarih boyunca hep ayrı tutulmuştur. Dergâhların kapanmasın¬dan dolayı namaz meydanı olan Ayni1 ’l-Cemler evin bir odası, köy yeri ise kapalı bir mekân bu işe uygun bir hale getirilip hizmetler orada yapılmıştır. Şehirde dar alanlar¬da bu hizmetleri yapmak zorunda kalanlar ise dışarıdan her an birisinin gelebileceği çekincesi üzerine Kisve-i Ruhani olarak tabir edilen namaz kıyafetlerinin tamamını giyinmemek zorunda kalmışlardır. Ha)’deriye, feslim taşı ve aıakiye ile idare etmek zorunda kalmışlardır. Bunun zaman içindeki en olumsuz yansıması ise, aradan otuz kırk yıl geçtikten sonra nasip törenleri haricinde çok istisna zamanlarda tam olarak kisveyi giymek, onun dışında yukarıda bahsettiğimiz üzere yarım olarak giyinmenin alışkanlık, hatta erkân haline gelmesine neden olmuştur. Bu da erkânların orijinaline uygun yapılması yönünden kan kaybı anlamına gelmektedir. Fakat bu aksaklığı ge¬nellemek doğru olmaz çünkü otantikliğini ısrarla muhafaza etmek isteyenler de azım¬sanmayacak kadar çoktur. Halbuki eski dönemlere ait resimleri incelediğimizde hiçbir babanın kisvesiz sokağa dahi çıkmadığım, cihaz-ı fahiresiz hiçbir uygulama yapma¬dığını tespit ediyoruz. Daha kısaca ifade etmek gerekirse, yapılmayanlar veya eksik yapılanlar zamanla erkânmış gibi kabul görmeye başlamıştır. Halbuki Bektaşîlikte herbir hareket, giysi, bir manayı ifade etmektedir. Suretten uzaklaşıldıkça manadan da uzaklaşılmaktadır. Bu yolun kısmi de olsa hasar görmesi demek olur.
Bektaşîlikte dervişlik, baba yani mürşid adayı kişi demektir. Bu nedenle erkân-namenin hiçbir yerinde bacılardan nasıl derviş yapıldığına dair kayıt yoktur. Bu asla hanımların ikinci sınıf olduğu anlamına gelmez. Beyler, nasip alacağı zaman
tennure giydirilmez, ancak dervişlik hizmetinden sonra tennure giydirilir. Bacılara ise nasip aldığı gün tennuresi baba tarafından, rehberin yardımıyla giydirilir. Bu uygu-lama bacıların hizmet ehli olduğunun tasdiki, erlerden bir basamak önden başlaması anlamına gelmektedir.
Kadınlardan derviş olmaması Fatıma Ana’nm, Haticetü’l-Kübra’nın, Kadıncık Ana’nın, Rabia’nın, Meryem Ana’nın, Zeynep’in ruhaniyetine gölge düşürmez. On¬ların yüce mertebelere çıktıklarında Bektaşî fukaraları açısından en ufak bir tereddüt söz konusu değildir. Bacılardan derviş yapılması örneği Balkanlar’da birkaç istisna ile mümkün olmuştur. Yaptığımız araştırmalarda Arnavutluk ve Makedonya’da bacıların derviş olduğuna ilişkin bilgisi olana rastlanmamıştır. Bu da mücerret babaların yaşa¬dıkları dergâhlarda sadece gelen hanım misafirlere hemşirelik, sağlık hizmeti yapmak üzere “Atasagım” denilen kadın dervişlerin olduğunu, başka bir yerde bulunmadı¬ğını Turgut Koca halifebaba bir ses kasetinde belirtmiştir. Bunun dışında yapılacak olan uygulamalar kadim Balım Sultan erkânına uygun değildir. Dervişe bacı tabiri ise derviş olan erin eşi anlamında kullanılmaktadır. İstanbul Merdivenköy, Mansur Baba haznesindeki mezar taşlarının birisinde “Dervişe Vezire Bacı” ibaresi vardn. Yaşı doksana ulaşmış Kazım Varuş’a “Dervişe Vezire Bacı”mn da böyle bir erkânın kendisine uygulanıp uygulanmadığını sorduğumuzda Mücerred Tahir Baba’ya hizmet ettiği, son anına kadar onun yanında bulunup vefalı bir davranış sergilediği için bu ta¬birin kendisine yakıştmldığını kendisine dervişlik payesi verilmesi için özel bir ritüel yapılmadığını belirtmişti.
Turgut Koca halifebaba mürşitlik gibi son derece zor, ağır yükü olan bir hiz-metin bacıların yapamayacağını da bir sohbetinde belirtilmişti. Konuyla ilgili benzer cümleler Giritli Resmi Ali Baha’nın Uyunü’l-Hidaye adlı eserinde de geçmektedir. Bunun dışındaki iddialar “ben yaptım oldu” mesabesinde olacaktır.
Sonuç .
Bektaşîliğin gelecek yüzyıllara doğru taşınması ancak Hünkâr Hacı Bektaş Ve- li’nin dediği gibi “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktıd’ sözünün benimsenme¬siyle mümkündür. Gençlerin her şeyi sorguladığı, bilimsel dayanaklarını irdelediği bir çağda herkesin kendisini yenilemesi, bilgisini artırması kaçınılmaz olmalıdır. Sadece atadan gördüklerini tekrar etmek asla yeterli olmaz. Bu şekilde davranmak Kur’ân’ın temel değerlerine ters olduğu gibi, cahiliye döneminde Peygamber Efendimizin bakış açısına da uygun olmayacaktır. Gelenekle gelen sözlü ve yazılı bilgiler devamlı bi-
limsel veriler ışığında akıl süzgecinden geçirilmelidir. Gelenekten kopmadan, onları değersiz, önemsiz saymadan, fakat aynı zamanda da erkânları putlaştırmadan, mer-kezden uzaklaşmayan, eski deyimle bidat haline getirmeden yeni yorumlarla çağdaş kabul edilebilir bir formata kavuşturmak gerekir. Bektaşî babalarının da kendilerini gözden geçirip bu yolun yüce kişilerinin en zor şartlarda neler yaptığını, ne kadar önemli eserler ürettiğini, Arapçaya, Farsçaya, edebiyata, tarihe, âyet ve hadislere ne derece vâkıf olduklarını göz ardı etmeden kendi konumunu değerlendirmeleri ve ek¬siklerini tamamlamalan gerekir.
Kaynaklar
Aman Yeşilel, Deren Başak ve Çorbacı, Ergün Cihat (2010), “Bir Bektaşî Merkezinde Tarımsa! Faaliyetler, Kızıldeli Tekkesi”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, Sayı 51
Bardakçı, Cemal (1945) Kızılbaşlık Nedir, İstanbul Işık Basımevi 1945
Gümüşoğlu, Dursun (2011), “Bir Çelebi İcazetnâmesi”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi Sayı 2011/59
Gümüşoğlu, Dursun ve Tokçiftci, Jülide (2012) Bektaşîlik ve Bektaşîler, İs-tanbul, Hoşgörü Yayınları
Kara, Mustafa (2013)Din Hayat ve Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yayınlan, İstanbul,
Küçük, Hülya (2003) Kurtuluş Savaşı’nda Bektaşîler, Kitap Yayınevi, İstanbul
2003,
Noyan, Bedri (1998) Bütün Yönleriyle Bektaşîlik ve Alevîlik, Ardıç Yayınları, Ankara 1998,1. Cilt,
Öz, Baki (2004) Çağdaşlaşma Açısından Tarikat ve Tekkelerin Kapatılması Olayı, Can Yayınlan, İstanbul 2004,
Özlü, Zeynel, (2014) “Bektaşî Tekkelerinin Gelirlerine Dair Gözlemler” Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı 2014/69
Rıfkı, Ahmet (1328) Bektaşî Sim, Dersaadet 1328, Cilt 2
Soyyer, Yılmaz (2005) 19. Yüzyılda Bektaşîlik, Akademi Kitapevi, İzmir
Varol, Muharrem (2013) Islahat Siyaset Tarikat Bektaşîliğin İlgası Sonrasında Osmanlı Devleti’nin Tarikat Politikası (1828-1866), Dergâh Yayınları, İstanbul 2013, 1 14 Forsclnmgszeitschriji ilber das Alevitenıum und das Beklaschilcntum / 2015 / /I